22 Aralık 2010

YERLİ DİZİ YERSİZ UZUN


Diziler tüm dünyada 45 dakika ile sınırlandırılırken, Türkiye'de ise reklamlarla birlikte saatlerce ekranlarda yayınlıyor. Bu dizilerin yapımı için dizi emekçileri ise canla başla, mesai saatlerinin dışında bazen sabahlara kadar çalışıyorlar. Bu sömürü düzenine karşı Senaryo Yazarları Derneği şu bildiriyi yayınladı:

"Biz senaristler ölüme bir beyin kanaması kadar yakınız. Çünkü her hafta 90 dakikalık dizi senaryosu yazıyoruz. ‘Süper Baba’, ‘İkinci Bahar’, ‘Yabancı Damat’ gibi hafızalardan silinmeyen birçok televizyon dizisinin usta senaristi Sulhi Dölek, beş yıl önce televizyona dizi yazarken geçirdiği beyin kanaması sonucu aramızdan ayrılmıştı. ‘Ezel’ dizisinin senaristi Kerem Deren de geçen yıl beyin kanaması geçirdi. Çok şükür ki Kerem, gençliğinin verdiği güçle yeniden klavyesinin başına dönebildi.

90 dakikalık dizi senaryosu yazmak, her hafta bir uzun metraj film yazmak demektir. Senarist yaklaşık dört gün içinde senaryoyu yapımcıya göndermek zorundadır. Yaklaşık 100 sayfadır yazılan senaryo. Hayat akıp giderken senarist o diziyi yazabilmek için günde 10-12 saat bilgisayar başından kalkmaz. İki ile dört saat arası uyur, çoluğunun çocuğunun arasında hayalet gibi dolaşır, onlarla zaman geçirmez, sadece pencereden başını uzatarak havanın nasıl olduğunu anlar, günlerce dışarı çıkmaz. Sık görülen rahatsızlıkların başında boyun fıtığı gelir. Uzun saatler çalışmanın sonunda kolları, parmakları uyuşur. Gastrit ve devamında ülser kaçınılmazdır. Çoğumuz ya tansiyon hastasıyızdır ya da migren... Sulhi Dölek, beyin kanaması geçirmeden önce tansiyonundan şikayet etmiş ama yetiştirmesi gereken 90 dakikalık bir senaryo olduğu için çalışmaya devam etmişti. İnsani koşullarda çalışabilseydi, bugün belki de hâlâ aramızda olacaktı.

Bu koşullarda niye çalışılır?

Her hafta 90 dakikalık bir dizi yetiştirmenin (c)ezasını yalnızca senaryo yazarları çekmez. Set ekibinin durumu daha fenadır. Aslında insani koşullarda, sekiz saat çalışmaları ve günde iki ya da üç sahne çekmeleri gerekirken, settekiler günde 18-20 saat çalışırlar. Başka seçenekleri yoktur çünkü iş yetişmez. Gece yarısına kadar süren çekimden sonra evlerine gidip uyumaları için sadece iki-üç saatleri vardır. Sabahın erken saatlerinde yine set başlar. Ve bu tempo sette kaçınılmaz olarak kurbanlar alır. 24 yaşındaki Tülay Ergildi ve 20 yaşındaki Zehra Sezgin’i bu yüzden kaybettik. Kostüm sorumlusu bu iki genç kız sabaha kadar süren bir çekimin ardından eve dönerken bir trafik kazasında öldüler. Arabayı kullanan şoför kim bilir kaç gecedir uykusuzdu?

60 dakika aşılmamalı

Peki bu koşullarda niye çalışırız? En çok o kanal izlensin diye. Eğer reyting almazsa derhal dizi yayından kaldırılır ve oyuncu, yönetmen, reji ekibi, set işçisi yani yaklaşık 60-70 kişi bir anda işsiz kalır. İçeride kalan paralar vardır, sigorta ve sözleşmemiz olmadığı için hak iddia edemeyiz, sesimiz çıkmaz, susarız.
Dışarıdan bakıldığında fazlasıyla eğlenceli, gayet ışıltılı bir sektör gibi görünüyordu oysa değil mi? Hayal kırıklığına uğradınız, ama olsun az sonra dizi başlıyor. Araya girecek reklamlarla birlikte 2,5 saat televizyon karşısına mıhlanıp kalacaksınız. Biz ise bu zor şartlarda çalışmaya, hasta olmaya ve ölmeye devam edeceğiz. Siz de gün geçtikçe kalitesizleşen, birbirinin aynı, dikkat çekmek için sansasyonel yollara başvurmak zorunda kalan diziler seyredeceksiniz. Başka türlüsü bu koşullarda imkansız çünkü. Öncelikle, dizilerin artık 90 dakika olmaması gerekiyor. İnsani düzene sahip hiçbir ülkede böyle bir şey yok! Bizde de, çok değil, 10 yıl öncesinde 45-60 dakikalık diziler yapılıyordu ancak yayım süreleri yavaş yavaş 90 dakikaya çıktı. Tekrarlarla birlikte bugün 1,5-2 saatlik diziler yayımlanıyor. Görünen sebep reyting savaşları ama bunun yasal bir dayanağı var: RTÜK yasasına göre, yayımcının, her 20 dakikada sekiz dakikalık reklam koyma hakkı var. Bunun kaç programda yapılacağı belirtilmediği için de bugün hepimiz bu sefaleti yaşıyoruz. Yeni RTÜK yasasıysa mecliste görüşülüyor ancak sürelere ilişkin bir değişiklik bunda da yok. Tek değişiklik, sansür yapmak için RTÜK’e daha fazla yetki verilmesi! Oysa hükümetin 2003’te imza koyduğu AB anlaşmasına göre dizi süreleri 48 dakikası dizi, 12 dakikası reklam olmak üzere, 60 dakikayı geçemez. Bu anlaşmanın uygulanması gerekiyor.

Biz, Sender üyesi senaryo yazarları olarak, Türkiye tarihinde ilk defa, sesimizi yükseltmeye karar verdik. Bu gidişe bir dur diyeceğiz. Yayın süreleri AB standartlarına çekilene kadar durmayacağız. 8 Kasım 2010’da Galatasaray’da buluşup hazırladığımız yasal dilekçeyi Cumhurbaşkanı başta olmak üzere, ilgili bütün kurumlara yolladık. Gün geçtikçe bu haklı isyanımıza sektörün bileşenleri destek vermeye başladı. Bastığımız dalı kesmekte olduğumuzu fark etmeliyiz. Devleti ve hükümeti göreve çağırıyoruz. Yeni RTÜK yasasında, dizi süreleri düşürülmelidir. Ne 90 dakika yazmak ne de günde 18 saat çalışmak istiyoruz.

YUMURTAYA HİÇ BU AÇIDAN BAKTINIZ MI



ODTÜ'lü öğrencilerden 'insan türü'nün, diğer canlı türlerine 'kibirli', 'ben merkezci' bakışına tepki geldi. Son dönemde ÖDP, Halkevi, Öğrenci Kolektifi ve TKP üyelerince, düşünce ve ifade özgürlüğünü engelleyici bir saldırı aracı olarak kullanılan 'yumurta' atma eylemine Orta Doğu Teknik Üniveritesi (ODTÜ)'deki anarşist gruplardan tepki geldi. ÖDTÜ'lü öğrenciler itirazlarını ODTÜ'ye astıkları afişle dile getirdi: Yumurta birilerinin kafasına atılacak bir nesne değildir, sofradaki yemek değildir, gençliğin isyanı değildir. Yumurta bir direniş aracı değildir, direnişin araçları bellidir. Yumurta bir canlının bebeğidir. Yumurta, insanın hayvanlar üzerindeki tahakkümünün bu kadar normalleştirilmesi sonucunda alınıp, satılan, fırlatılan bir meta haline gelmiştir..."


İşte, ODTÜ'lü bir grup anarşistin itirazını ifade ettiği afişin içeriği:


"Yumurta birilerinin kafasına atılacak bir nesne değildir, sofradaki yemek değildir, gençliğin isyanı değildir.

Yumurta bir direniş aracı değildir, direnişin araçları bellidir.

Yumurta bir canlının bebeğidir. Yumurta, insanın hayvanlar üzerindeki tahakkümünün bu kadar normalleştirilmesi sonucunda alınıp, satılan, fırlatılan bir meta haline gelmiştir. Tavuklar, yetiştirme çiftliklerinde korkunç şartlarda ömrünü tüketmek için üretilirken, daracık yerlerde üst üste yaşamak zorunda bırakılırken, kimyasallarla dolu yiyecekleri yemeye zorlanırken biz bu zincirin bir halkası olmayacağız.

Mezbahalar, sirkler, yetiştirme çiftlikleri, deney odaları hayvanlar için zulmün merkezleridir.

Herkesi yumurtaya, hayvanlara, suya, dağlara farklı bir gözle bakmaya çağırıyoruz.

Hayvana, insana, yeryüzüne özgürlük..."



RONİ'NİN YANINDAYIZ


Çanakkale'de saldırıya uğrayan Roni Marqulies'e destek için aydınlar ve dostları bir bildiri yayınladı. Ben de bu bildiriye destek veriyorum.

Roni'nin yanındayız!

"Roni Margulies ilk defa saldırıya uğradığında sustuk, izledik... Saldırıya uğrayan aslında bizlerdik.

Roni bir kez daha saldırıya uğradı... Bu saldırı özgür düşünceye, insanlık ailesine yapıldı. Sana, bana, bizlere yapıldı...

Bu kez susarak; bu tür saldırılara ortak olmayacak, bu utancı paylaşmayacak, saldırganları, saldırının altındaki düşünceyi onaylamayacağız...

Fikrin karşılığı fikirdir. Özgür düşünce şiddetin olmadığı ortamlarda gelişir. Düşünce engellenemez.

Bizler aşağıda imzası olanlar; kimler tarafından ne amaçla yapılırsa yapılsın Roni'ye yönelik saldırıyı kendimize yapılmış sayıyor ve kınıyoruz."

YEŞİL BADANACILARA DİKKAT


WikiLeaks'i kestane çeşidi ve Beşiktaş'ın transfer ettiği yeni futbolcu sanan insanların da olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Bizim toplumumuzda dünyada olup bitenlere bu derece uzak olanlar da olsa, dünyada bir Wikileaks depremi yaşanıyor.

Bu depremi yaratanlardan Julian Assange ise belki de dünyanın şu anda en etkili ve en korkulan adamlarından biri. Ne Putin, ne Ahmedinecad, ne Obama, ne Sarkozy, ne Erdoğan. Varsa yoksa Assange.

Wikileaks, devletlerin yazışmalarından sonra küresel şirketlerin çevirdiği dolapları da bir bir yayımlamaya başladı. Örneğin, Nijerya'daki belgeler. ABD elçileri Nijerya'yı Shell'in yönettiğini düşünüyor. İlaç firması Pfizer'in 200 çocuğun üzerinde deney yaptığı ve olayın üzerini kapatmaya çalıştığı da iddialar arasında. Yeni şeyler değil esasında bunlar, kapitalizmin ve neo-liberalizm yüzünü birazcık bilenler için.

Yani WikiLeaks sadece devletlerin değil küresel şirketlerin de dengesini bozuyor, bozacak.

Çevreci eğilimler arttığından, çevreci örgütler şirketlere daha doğa dostu olma baskısını hissettirdiğinden bu yana da şirketlerin, özellikle küresel şirketlerin dengesinde oynamalar yaşanıyor.

Şirketler kimliksizliklerinden sebepli bir kimlik bunalımı yaşıyor. O ana kadar çevreciliğin "ç"sine hassasiyet göstermeyen şirketler çevreci olmayı, moda deyimle green olmayı bir zorunluluk olarak görüyorlar ilk başta.

Yeşil badanacılar ortaya çıkıveriyor aralarından sonra. Yani ürünlerini, hizmetlerini öyle olmadığı halde çevre dostuymuş gibi sunanlar. Yeşil badanacılar tüketici örgütlerince tespit edilip teşhir ediliyor.

Yeri geliyor, HES yapıp doğayı katleden bir holdingin diğer bir şirketi kendini çevre dostu, çevrecilik şampiyonu ilan ediyor.

Daha sonra ise green'in başka bir yönünü fark ediyorlar şirketler. Çevreciliği, yeşil olmayı bir business haline getirebileceklerini fark ediyorlar. Bu işten nasıl para kazanacaklarını düşünüyorlar. Yeşil işi, yeşilin farklı bir tonuna meylediyor. Çevrecilik bir iş modeli haline geldikçe özünden uzaklaşıyor.

Genç kuşağın en değerli ve duruş sahibi yazarlarından biri olan Murat Uyurkulak, geçen ayki Milliyet Sanat dergisinde köşe yazısında güzel bir tespitte bulunmuş, şöyle diyor Uyurkulak; "Muhafazakarlık ve liberalizm bir ipin iki ucundan çekiştiren ikizlere benziyor. İlki eskinin tasarruflu ve ahlaklı günlerinin yasını tutarken, diğeri geleceğin zengin, şen ve hür günlerine erken övgüler düzüyor. Bu, hiç geri gelmeyecek olanla hiç gerçekleşmeyecek olanın şimdide simetrik bir yalan olarak buluşmasından ibaret bir durum. Muhafazakarlık ve liberalizm bir elinde gazoz diğer elinde ilaçla sırıtarak müstakbel mağdurların masasına doğru seğirten pespaye çapkınlara benziyor."



Çevrecilik gazoza atılan bir ilaca dönüşme tehlikesinde; tutuculuğun sınır tanımaz liberalliğiyle, liberalliğin sınır tanımaz tutuculuğunun kesişiminde simetrik bir yalan olma yolunda ilerliyor.

13 Ağustos 2010

NİYE “YETMEZ AMA EVET” DİYORUM, NİYE BDP’NİN “BOYKOT”UNU DESTEKLİYORUM



Özgürlükçü solcular düzene karşıdır. Anayasa ve yasaların, topluma karşı devletin çıkarılarını korumak, egemen sınıf(lar)ın işine gelen düzeninin devamlılığını sağlamak için yazıldığını ve uygulandığını bilir. Devletlerde emekçi sınıflar karar süreçlerine katılamıyor, devletler toplumun üzerinde konumlandırılıyor. Ancak özgürlükçü sosyalizmi ve devrimi savunmak, mevcut yasal değişikliklere kayıtsız kalmamıza neden olmamalı. Özgürlükçü sosyalistler anayasa ve yasa tartışmalarında sessiz ve tarafsız kalmamalı. Her daim öne atılan adımları, iyileştiren
adımları desteklemeli. Özellikle de demokrasi alanında. Çünkü demokrasinin sınırları genişledikçe, hak ve özgürlükler artar.

12 Eylül'de halk oyuna sunulacak anayasa değişikliği paketi için ben “Yetmez ama Evet” derken doğu illerinde BDP’nin yapacağı “Boykot”u da destekliyorum. Yeni değişiklikler, Türkiye'deki askeri vesayet rejimine son vermek, 12 Eylül cuntasının yazdığı 1982 anayasasından
uzaklaşmak yönünde atılmış önemli bir adım kanımca. Halk oyuna sunulan 26 maddelik
değişiklik, Türkiye'de emekçilerin ve ezilenlerin taleplerini karşılaşmakta
yetersiz kalıyor, bunu kabul ediyorum. Ama her bir madde askeri vesayeti yücelten ve dokunulmaz kılan darbe anayasasınınkilerden daha iyidir diye düşünüyorum. Küçük de olsa ileri atılan bir adımın yerinde saymaktan daha olumlu olduğu kaanatindeyim..

Kenan Evren ve 12 Eylül cuntasının yargılanmasına engel olan, darbecilere dokunulmazlık veren geçici 15. maddenin kaldırılması çok önemli. Darbeci askerlerin sivil mahkemelerde yargılanabilecek. Türkiye'de askeri vesayeti ayakta tutan ve aldığı bir çok kararla Türkiye haklarının aleyhine çalışan yargı oligarşinin dizginlenecek. Türkiye'deki askeri vesayet rejimi ağır bir darbe yiyecek. 27 Mayıs darbesi ile oluşturulan kurumların eski yapısına son verilecek.
Şu çok açık, darbe anayasasına dayanarak kendini meclisin ve seçilmiş
hükümetlerin üzerinde gören yargıçlar rejimi son bulmadıkça demokratikleşme ve sivil bir anayasa hayal olarak kalacaktır.

Bugün “Hayır” diyen ulusalcılar, milliyetçiler, sağcılar ve geleneksel sol partiler ise statükoculuğu, milliyetçiliği ve devlete sadakati güçlendirme hevesindeler. Nasıl AKP’nin 12 Eylülle derdi olduğuna inanamıyorsak, onların da esasında 12 Eylül’e karşı çıktığına inanamıyoruz. 12 Eylül’ler en çok onların işine geliyor çünkü.

12 Eylül'de oylanacak anayasa değişikliği paketine "yetmez ama evet" diyorum. Yetmiyor, çünkü içinde Kürtler yok, işçi sınıfı lehine daha iyi düzenlemeler yok, başörtülüler yok, farklı cinsel kimliklerdekiler yok. Memurlara grev hakkı yok, zorunlu din derslerine son verilmesi ve Diyanetin kapatılması yok. Çevrenin korunması yok. Darbecilerin, faşistlerin hedefi olan azınlıkların hakları yok. Irkçılığa ve her türlü ayrımcılığa karşı daha etkili yasalar da yok.

Siviller tarafından yazılan, demokratik ve özgürlükçü bir anayasanın gerekliliği ortadadır. Ama önce 12 Eylül anayası çöpe atılmalı. 12 Eylül'de anayasa değişikliği tüm yetersizliklerine rağmen halk tarafından onaylanırsa, sivil-demokratik-özgürlükçü bir anayasayı yıllardır engelleyen güçler artık engel olamayacak diye düşünyorum.

Doğu'da Kürt coğrafyasında ise halkın oylarıyla seçilmiş politikacılar tutuklanıyor. İşkence, yargısız infazlar, faili meçhul cinayetler ve her türlü anti-demokratik uygulama devam ediyor. Kürtler ve BDP bu yüzden anayasa referandumunu boykot ediyor, bence onurlu bir davranış sergiliyolar. Kürt halkının isyanını anlıyorum, onları darbecilerle bir olmakla itham eden AKP ve Başkaban’ı ise anlamıyorum. Siz onlar için ne yaptınız ki yeni anayasada? AKP, BDP'yi CHP ve MHP ile yan yana göstererek milliyetçi propaganda yürütüyorsunuz, tabanızın milliyetçi duygularına oynuyorsunuz sadece.

12 Eylül'de sandıktan "evet" oyları çıkarsa 13 Eylül’de “Yetmez ama Evet”in sadece “Yetmez”i kalacak. Ve o “Yetmez” üzerinden, artık hükümeti ve devlet kurumlarını daha çok baskı altına alabileceğimiz bir dönem, daha güçlü bir sol muhalefet imkanı bulacağız.


Oylamayla gerçekleşecek bazı olumlu değişiklikler;


Güçsüz olana pozitif ayrımcılık yapılacak. Kadın-erkek eşitliği konusunda alınacak tedbirler, Anayasanın eşitlik ilkesine aykırı olarak yorumlanamayacak. Çocuklar, yaşlılar ve özürlüler ile harp ve vazife şehitlerinin dul ve yetimleri ile malul ve gaziler için alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı sayılmayacak.


Herkes kendisi ile ilgili kişisel verilerin korunmasını isteme hakkına sahip olacak. Bu hak, kişinin kendisiyle ilgili kişisel veriler hakkında bilgilendirme, bu verilere erişme, bunların düzeltilmesini veya silinmesini talep etme ve amaçları doğrultusunda kullanılıp kullanılmadığını öğrenmeyi de kapsayacak. Kişisel veriler ancak kanunda öngörülen hallerde veya kişinin açık rızası ile işlenebilecek.


Yurt dışına çıkma hürriyeti ancak suç soruşturması veya kovuşturması nedeniyle ve hakim kararıyla sınırlandırabilecek.


Her çocuk, korunma ve bakımdan yararlanma, yüksek yararına açıkça aykırı olmadıkça ana ve babası ile kişisel ve doğrudan ilişki kurma ve sürdürme hakkına sahip olacak. Devlet, her türlü istismara karşı çocukları koruyucu tedbirleri alacak.


Aynı iş kolunda birden fazla sendikaya üye olunabilecek. Memurlara ve diğer kamu görevlilerine toplu sözleşme yapma hakkı tanınacak. Siyasi amaçlı grev ve lokavt, dayanışma grevi ve lokavtı, genel grev ve lokavt, iş yeri işgali, iş yavaşlatma, verim düşürme ve diğer direnişlere ilişkin yasaklar kaldırılacak.


Devletin verdiği zarar ombudsman (kamu denetçisi) tarafından hızlı bir şekilde çözülecek:
Kamu Denetçiliği Kurumu(ombudsmanlık) oluşturulacak.


Yüksek Askeri Şura kararları; Yüksek Askeri Şuranın (YAŞ) terfi işlemleri ile kadrosuzluk nedeniyle emekliye ayırma hariç her türlü ilişik kesme kararlarına karşı yargı yolu açılacak.
Danıştay ve İdare mahkemeleri kamu yararına aykırı diyerek yürütme/bakan/belediye başkanı gibi karar veremeyecek:


Memurlara verilen uyarma ve kınama cezaları yargı denetimine açılacak.


Askerin darbe girişimine sivil mahkemeler bakacak/Askerler sivil mahkemelerde yargılanabilecek:Askeri yargı; Askeri yargının görev alanı yeniden belirlenecek. Askeri yargı, askeri mahkemeler ve disiplin mahkemeleri tarafından yürütülecek. Askeri mahkemeler, asker kişiler tarafından işlenen askeri suçlar ile bunların asker kişiler aleyhine veya askerlik hizmet ve görevleriyle ilgili olarak işledikleri suçlara ait davalara bakmakla görevli olacak. Devletin güvenliğine, anayasal düzene ve düzenin işleyişine karşı suçlara ait davalar, her durumda adliye mahkemelerinde görülecek. Siviller, savaş hali dışında askeri mahkemelerde yargılanamayacak.
Anayasa Mahkemesi’nin üye sayısı artacağından mahkeme demokratikleşecek, mahkemeye bireysel başvuru yapılabilecek:


Meclis başkanı ve üst düzey generaller yargılanabilecek. Yüce Divan; Meclis Başkanı, Genelkurmay Başkanı, kuvvet komutanları ile Jandarma Genel Komutanı da görevleriyle ilgili suçlardan dolayı Yüce Divanda yargılanacak. Yüce Divan kararlarına karşı yeniden inceleme başvurusu yapılabilecek. Genel Kurulun yeniden inceleme sonucu verdiği kararlar kesin olacak.
Askeri hakimler hiyerarşik askeri disiplinden kurtulacak:


1980 Darbesini yapanlar yargılanabilecek. Suç işleyen devlet görevlileri cezalandırılabilecek:
Geçici 15. madde; 12 Eylül dönemindeki Milli Güvenlik Konseyi üyeleri ile bu dönemde kurulan hükümetler ve Danışma Meclisi’nde görev alanların yargılanmasını önleyen geçici 15. madde yürürlükten kaldırıldı.

5 Ağustos 2010

İŞTE BP'NİN YENİ LOGOSU


Petrol şirketi British Petroleum'un (BP) çevreyi kirleten yeni imajına daha uygun olan logoyu bulmak için Greenpeace tarafından başlatılan yarışma sonuçlandı: Yeni logoda, BP'nin eski logosunun önünde duran, petrole bulanmış bir kuşun silueti var.



Greenpeace'in yaklaşık üç ay önce İnternet üzerinden başlattığı yarışmaya iki bin kişi başvurdu. Bugüne kadar iki milyon kişinin ziyaret ettiği İnternet sitesinde yaklaşık 25 bin kişi oy verdi. Yarışmayı 16.463 oyla, Laurent Hunziker'in tasarladığı logo kazandı. Hunziker, logosu hakkında şöyle diyor: "Logodaki silueti, petrole bulanmış, panik halindeki bir kuşun etkileyici bir resminden esinlenerek yaptım, onun yaşadığı acı, yaşanan trajik olaylardan sonra dünyamıza neler olduğunun güçlü bir göstergesi."



Meksika Körfezi'ndeki petrol sızıntısından sorumlu olan BP, temiz enerjiye yatırım yaptığını iddia ederek, yeşil ve sarı renkli bir ayçiçeği logosunu kullanıyordu. Greenpeace ise bu facianın sorumlusu olan şirkete daha uygun olacak logoyu bulmak için bir yarışma başlatmıştı.

3 Ağustos 2010

KAYAPO YERLİLERİ GELECEKLERİ İÇİN DİRENİYOR


HES'lere karşı direniş küreselleşiyor. Amazon ormanlarının Brezilya topraklarında bulunan bölümündeki, Mato Grosso eyaletinde yaklaşık 300 yerli bir hidroelektrik santralını (HES) işgal ederek, santralın yapım çalışmalarını durdurdu. Yerlilerin, tesiste çalışan 100 işçinin tesisi terk etmesine izin vermedikleri, ancak herhangi bir şiddet olayının ya da yaralanmanın da yaşanmadığı bildiriliyor.
Aripuana nehri üzerine kurulu olan hidroelektrik santralini işgal eden Kayapo yerlileri, yaşam alanlarında geri döndürülemez tahribatlara neden olacağını söyledikleri tesiste işgali sona erdirmek için şirket yetkilileri ve hükümetle görüşme talep ettiler. Yerlilerin büyük tepkilerine karşın yapımına başlanan santralın 2011 Ocak ayında faaliyete geçmesi bekleniyor. İşgale ilişkin basına açıklama yapan yerli liderlerinden Aledeci Arara, “Bu tesis bizim yaşam alanımızdan sadece 30 km kadar ileride inşa ediliyor ve topluluğumuzun kültürel ve toplumsal yaşamı üzerinde ağır tahribata neden olacak, öte yandan tesis çevre açısından zaten bir felakete yol açacak nitelikte” diyor.
Amazonlar’da hidroelektrik santrallarının yapılmasına iznin çıktığı Mayıs ayında yerli toplulukları “3 bin savaşçıyla santrallara karşı savaşmaya hazırız” açıklamasında bulunmuşlardı.
Brezilya hükümeti, Nisan ayının ikinci haftasında dokuz şirketten oluşan ‘Norte Energia’ adlı bir konsorsiyuma Amazonlar’da hidroelektrik santralı kurma izni vermişti. Xingu Nehri üzerinde yapımı planlanan santralın, binlerce yerliyi topraklarından etmesi olası. Projenin düzenlemesi, Brezilya devletine ait ‘Companhia Hidro Eletrica do Sao Francisco’ şirketi tarafından yapılıyor.Kararın alındığı gün başkent Brasilia’da bulunan Brezilya Elektrik Düzenleme Ajansı önünde 500 kişinin katıldığı bir protesto gösterisi düzenlenmişti. Bir basın açıklaması gerçekleştiren Brezilya Greenpeace ise “Lula hükümeti, bu projede ısrar ederek kendi mirasını yiyor” açıklamasında bulunmuştu.
Kayapo yerlileri, yüzyıllardır, Amazon Havzası’nın güneyinde, Xingu nehri boyunda ve Brezilya’nın Mato Grosso ve Pará bölgelerinde yaşıyorlar. Kayapolar Güney Amerika’nın en çevreci ve örgütlü yerli topluluklarından biri olarak biliniyor.