22 Aralık 2010

YERLİ DİZİ YERSİZ UZUN


Diziler tüm dünyada 45 dakika ile sınırlandırılırken, Türkiye'de ise reklamlarla birlikte saatlerce ekranlarda yayınlıyor. Bu dizilerin yapımı için dizi emekçileri ise canla başla, mesai saatlerinin dışında bazen sabahlara kadar çalışıyorlar. Bu sömürü düzenine karşı Senaryo Yazarları Derneği şu bildiriyi yayınladı:

"Biz senaristler ölüme bir beyin kanaması kadar yakınız. Çünkü her hafta 90 dakikalık dizi senaryosu yazıyoruz. ‘Süper Baba’, ‘İkinci Bahar’, ‘Yabancı Damat’ gibi hafızalardan silinmeyen birçok televizyon dizisinin usta senaristi Sulhi Dölek, beş yıl önce televizyona dizi yazarken geçirdiği beyin kanaması sonucu aramızdan ayrılmıştı. ‘Ezel’ dizisinin senaristi Kerem Deren de geçen yıl beyin kanaması geçirdi. Çok şükür ki Kerem, gençliğinin verdiği güçle yeniden klavyesinin başına dönebildi.

90 dakikalık dizi senaryosu yazmak, her hafta bir uzun metraj film yazmak demektir. Senarist yaklaşık dört gün içinde senaryoyu yapımcıya göndermek zorundadır. Yaklaşık 100 sayfadır yazılan senaryo. Hayat akıp giderken senarist o diziyi yazabilmek için günde 10-12 saat bilgisayar başından kalkmaz. İki ile dört saat arası uyur, çoluğunun çocuğunun arasında hayalet gibi dolaşır, onlarla zaman geçirmez, sadece pencereden başını uzatarak havanın nasıl olduğunu anlar, günlerce dışarı çıkmaz. Sık görülen rahatsızlıkların başında boyun fıtığı gelir. Uzun saatler çalışmanın sonunda kolları, parmakları uyuşur. Gastrit ve devamında ülser kaçınılmazdır. Çoğumuz ya tansiyon hastasıyızdır ya da migren... Sulhi Dölek, beyin kanaması geçirmeden önce tansiyonundan şikayet etmiş ama yetiştirmesi gereken 90 dakikalık bir senaryo olduğu için çalışmaya devam etmişti. İnsani koşullarda çalışabilseydi, bugün belki de hâlâ aramızda olacaktı.

Bu koşullarda niye çalışılır?

Her hafta 90 dakikalık bir dizi yetiştirmenin (c)ezasını yalnızca senaryo yazarları çekmez. Set ekibinin durumu daha fenadır. Aslında insani koşullarda, sekiz saat çalışmaları ve günde iki ya da üç sahne çekmeleri gerekirken, settekiler günde 18-20 saat çalışırlar. Başka seçenekleri yoktur çünkü iş yetişmez. Gece yarısına kadar süren çekimden sonra evlerine gidip uyumaları için sadece iki-üç saatleri vardır. Sabahın erken saatlerinde yine set başlar. Ve bu tempo sette kaçınılmaz olarak kurbanlar alır. 24 yaşındaki Tülay Ergildi ve 20 yaşındaki Zehra Sezgin’i bu yüzden kaybettik. Kostüm sorumlusu bu iki genç kız sabaha kadar süren bir çekimin ardından eve dönerken bir trafik kazasında öldüler. Arabayı kullanan şoför kim bilir kaç gecedir uykusuzdu?

60 dakika aşılmamalı

Peki bu koşullarda niye çalışırız? En çok o kanal izlensin diye. Eğer reyting almazsa derhal dizi yayından kaldırılır ve oyuncu, yönetmen, reji ekibi, set işçisi yani yaklaşık 60-70 kişi bir anda işsiz kalır. İçeride kalan paralar vardır, sigorta ve sözleşmemiz olmadığı için hak iddia edemeyiz, sesimiz çıkmaz, susarız.
Dışarıdan bakıldığında fazlasıyla eğlenceli, gayet ışıltılı bir sektör gibi görünüyordu oysa değil mi? Hayal kırıklığına uğradınız, ama olsun az sonra dizi başlıyor. Araya girecek reklamlarla birlikte 2,5 saat televizyon karşısına mıhlanıp kalacaksınız. Biz ise bu zor şartlarda çalışmaya, hasta olmaya ve ölmeye devam edeceğiz. Siz de gün geçtikçe kalitesizleşen, birbirinin aynı, dikkat çekmek için sansasyonel yollara başvurmak zorunda kalan diziler seyredeceksiniz. Başka türlüsü bu koşullarda imkansız çünkü. Öncelikle, dizilerin artık 90 dakika olmaması gerekiyor. İnsani düzene sahip hiçbir ülkede böyle bir şey yok! Bizde de, çok değil, 10 yıl öncesinde 45-60 dakikalık diziler yapılıyordu ancak yayım süreleri yavaş yavaş 90 dakikaya çıktı. Tekrarlarla birlikte bugün 1,5-2 saatlik diziler yayımlanıyor. Görünen sebep reyting savaşları ama bunun yasal bir dayanağı var: RTÜK yasasına göre, yayımcının, her 20 dakikada sekiz dakikalık reklam koyma hakkı var. Bunun kaç programda yapılacağı belirtilmediği için de bugün hepimiz bu sefaleti yaşıyoruz. Yeni RTÜK yasasıysa mecliste görüşülüyor ancak sürelere ilişkin bir değişiklik bunda da yok. Tek değişiklik, sansür yapmak için RTÜK’e daha fazla yetki verilmesi! Oysa hükümetin 2003’te imza koyduğu AB anlaşmasına göre dizi süreleri 48 dakikası dizi, 12 dakikası reklam olmak üzere, 60 dakikayı geçemez. Bu anlaşmanın uygulanması gerekiyor.

Biz, Sender üyesi senaryo yazarları olarak, Türkiye tarihinde ilk defa, sesimizi yükseltmeye karar verdik. Bu gidişe bir dur diyeceğiz. Yayın süreleri AB standartlarına çekilene kadar durmayacağız. 8 Kasım 2010’da Galatasaray’da buluşup hazırladığımız yasal dilekçeyi Cumhurbaşkanı başta olmak üzere, ilgili bütün kurumlara yolladık. Gün geçtikçe bu haklı isyanımıza sektörün bileşenleri destek vermeye başladı. Bastığımız dalı kesmekte olduğumuzu fark etmeliyiz. Devleti ve hükümeti göreve çağırıyoruz. Yeni RTÜK yasasında, dizi süreleri düşürülmelidir. Ne 90 dakika yazmak ne de günde 18 saat çalışmak istiyoruz.

YUMURTAYA HİÇ BU AÇIDAN BAKTINIZ MI



ODTÜ'lü öğrencilerden 'insan türü'nün, diğer canlı türlerine 'kibirli', 'ben merkezci' bakışına tepki geldi. Son dönemde ÖDP, Halkevi, Öğrenci Kolektifi ve TKP üyelerince, düşünce ve ifade özgürlüğünü engelleyici bir saldırı aracı olarak kullanılan 'yumurta' atma eylemine Orta Doğu Teknik Üniveritesi (ODTÜ)'deki anarşist gruplardan tepki geldi. ÖDTÜ'lü öğrenciler itirazlarını ODTÜ'ye astıkları afişle dile getirdi: Yumurta birilerinin kafasına atılacak bir nesne değildir, sofradaki yemek değildir, gençliğin isyanı değildir. Yumurta bir direniş aracı değildir, direnişin araçları bellidir. Yumurta bir canlının bebeğidir. Yumurta, insanın hayvanlar üzerindeki tahakkümünün bu kadar normalleştirilmesi sonucunda alınıp, satılan, fırlatılan bir meta haline gelmiştir..."


İşte, ODTÜ'lü bir grup anarşistin itirazını ifade ettiği afişin içeriği:


"Yumurta birilerinin kafasına atılacak bir nesne değildir, sofradaki yemek değildir, gençliğin isyanı değildir.

Yumurta bir direniş aracı değildir, direnişin araçları bellidir.

Yumurta bir canlının bebeğidir. Yumurta, insanın hayvanlar üzerindeki tahakkümünün bu kadar normalleştirilmesi sonucunda alınıp, satılan, fırlatılan bir meta haline gelmiştir. Tavuklar, yetiştirme çiftliklerinde korkunç şartlarda ömrünü tüketmek için üretilirken, daracık yerlerde üst üste yaşamak zorunda bırakılırken, kimyasallarla dolu yiyecekleri yemeye zorlanırken biz bu zincirin bir halkası olmayacağız.

Mezbahalar, sirkler, yetiştirme çiftlikleri, deney odaları hayvanlar için zulmün merkezleridir.

Herkesi yumurtaya, hayvanlara, suya, dağlara farklı bir gözle bakmaya çağırıyoruz.

Hayvana, insana, yeryüzüne özgürlük..."



RONİ'NİN YANINDAYIZ


Çanakkale'de saldırıya uğrayan Roni Marqulies'e destek için aydınlar ve dostları bir bildiri yayınladı. Ben de bu bildiriye destek veriyorum.

Roni'nin yanındayız!

"Roni Margulies ilk defa saldırıya uğradığında sustuk, izledik... Saldırıya uğrayan aslında bizlerdik.

Roni bir kez daha saldırıya uğradı... Bu saldırı özgür düşünceye, insanlık ailesine yapıldı. Sana, bana, bizlere yapıldı...

Bu kez susarak; bu tür saldırılara ortak olmayacak, bu utancı paylaşmayacak, saldırganları, saldırının altındaki düşünceyi onaylamayacağız...

Fikrin karşılığı fikirdir. Özgür düşünce şiddetin olmadığı ortamlarda gelişir. Düşünce engellenemez.

Bizler aşağıda imzası olanlar; kimler tarafından ne amaçla yapılırsa yapılsın Roni'ye yönelik saldırıyı kendimize yapılmış sayıyor ve kınıyoruz."

YEŞİL BADANACILARA DİKKAT


WikiLeaks'i kestane çeşidi ve Beşiktaş'ın transfer ettiği yeni futbolcu sanan insanların da olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Bizim toplumumuzda dünyada olup bitenlere bu derece uzak olanlar da olsa, dünyada bir Wikileaks depremi yaşanıyor.

Bu depremi yaratanlardan Julian Assange ise belki de dünyanın şu anda en etkili ve en korkulan adamlarından biri. Ne Putin, ne Ahmedinecad, ne Obama, ne Sarkozy, ne Erdoğan. Varsa yoksa Assange.

Wikileaks, devletlerin yazışmalarından sonra küresel şirketlerin çevirdiği dolapları da bir bir yayımlamaya başladı. Örneğin, Nijerya'daki belgeler. ABD elçileri Nijerya'yı Shell'in yönettiğini düşünüyor. İlaç firması Pfizer'in 200 çocuğun üzerinde deney yaptığı ve olayın üzerini kapatmaya çalıştığı da iddialar arasında. Yeni şeyler değil esasında bunlar, kapitalizmin ve neo-liberalizm yüzünü birazcık bilenler için.

Yani WikiLeaks sadece devletlerin değil küresel şirketlerin de dengesini bozuyor, bozacak.

Çevreci eğilimler arttığından, çevreci örgütler şirketlere daha doğa dostu olma baskısını hissettirdiğinden bu yana da şirketlerin, özellikle küresel şirketlerin dengesinde oynamalar yaşanıyor.

Şirketler kimliksizliklerinden sebepli bir kimlik bunalımı yaşıyor. O ana kadar çevreciliğin "ç"sine hassasiyet göstermeyen şirketler çevreci olmayı, moda deyimle green olmayı bir zorunluluk olarak görüyorlar ilk başta.

Yeşil badanacılar ortaya çıkıveriyor aralarından sonra. Yani ürünlerini, hizmetlerini öyle olmadığı halde çevre dostuymuş gibi sunanlar. Yeşil badanacılar tüketici örgütlerince tespit edilip teşhir ediliyor.

Yeri geliyor, HES yapıp doğayı katleden bir holdingin diğer bir şirketi kendini çevre dostu, çevrecilik şampiyonu ilan ediyor.

Daha sonra ise green'in başka bir yönünü fark ediyorlar şirketler. Çevreciliği, yeşil olmayı bir business haline getirebileceklerini fark ediyorlar. Bu işten nasıl para kazanacaklarını düşünüyorlar. Yeşil işi, yeşilin farklı bir tonuna meylediyor. Çevrecilik bir iş modeli haline geldikçe özünden uzaklaşıyor.

Genç kuşağın en değerli ve duruş sahibi yazarlarından biri olan Murat Uyurkulak, geçen ayki Milliyet Sanat dergisinde köşe yazısında güzel bir tespitte bulunmuş, şöyle diyor Uyurkulak; "Muhafazakarlık ve liberalizm bir ipin iki ucundan çekiştiren ikizlere benziyor. İlki eskinin tasarruflu ve ahlaklı günlerinin yasını tutarken, diğeri geleceğin zengin, şen ve hür günlerine erken övgüler düzüyor. Bu, hiç geri gelmeyecek olanla hiç gerçekleşmeyecek olanın şimdide simetrik bir yalan olarak buluşmasından ibaret bir durum. Muhafazakarlık ve liberalizm bir elinde gazoz diğer elinde ilaçla sırıtarak müstakbel mağdurların masasına doğru seğirten pespaye çapkınlara benziyor."



Çevrecilik gazoza atılan bir ilaca dönüşme tehlikesinde; tutuculuğun sınır tanımaz liberalliğiyle, liberalliğin sınır tanımaz tutuculuğunun kesişiminde simetrik bir yalan olma yolunda ilerliyor.