22 Aralık 2010

YERLİ DİZİ YERSİZ UZUN


Diziler tüm dünyada 45 dakika ile sınırlandırılırken, Türkiye'de ise reklamlarla birlikte saatlerce ekranlarda yayınlıyor. Bu dizilerin yapımı için dizi emekçileri ise canla başla, mesai saatlerinin dışında bazen sabahlara kadar çalışıyorlar. Bu sömürü düzenine karşı Senaryo Yazarları Derneği şu bildiriyi yayınladı:

"Biz senaristler ölüme bir beyin kanaması kadar yakınız. Çünkü her hafta 90 dakikalık dizi senaryosu yazıyoruz. ‘Süper Baba’, ‘İkinci Bahar’, ‘Yabancı Damat’ gibi hafızalardan silinmeyen birçok televizyon dizisinin usta senaristi Sulhi Dölek, beş yıl önce televizyona dizi yazarken geçirdiği beyin kanaması sonucu aramızdan ayrılmıştı. ‘Ezel’ dizisinin senaristi Kerem Deren de geçen yıl beyin kanaması geçirdi. Çok şükür ki Kerem, gençliğinin verdiği güçle yeniden klavyesinin başına dönebildi.

90 dakikalık dizi senaryosu yazmak, her hafta bir uzun metraj film yazmak demektir. Senarist yaklaşık dört gün içinde senaryoyu yapımcıya göndermek zorundadır. Yaklaşık 100 sayfadır yazılan senaryo. Hayat akıp giderken senarist o diziyi yazabilmek için günde 10-12 saat bilgisayar başından kalkmaz. İki ile dört saat arası uyur, çoluğunun çocuğunun arasında hayalet gibi dolaşır, onlarla zaman geçirmez, sadece pencereden başını uzatarak havanın nasıl olduğunu anlar, günlerce dışarı çıkmaz. Sık görülen rahatsızlıkların başında boyun fıtığı gelir. Uzun saatler çalışmanın sonunda kolları, parmakları uyuşur. Gastrit ve devamında ülser kaçınılmazdır. Çoğumuz ya tansiyon hastasıyızdır ya da migren... Sulhi Dölek, beyin kanaması geçirmeden önce tansiyonundan şikayet etmiş ama yetiştirmesi gereken 90 dakikalık bir senaryo olduğu için çalışmaya devam etmişti. İnsani koşullarda çalışabilseydi, bugün belki de hâlâ aramızda olacaktı.

Bu koşullarda niye çalışılır?

Her hafta 90 dakikalık bir dizi yetiştirmenin (c)ezasını yalnızca senaryo yazarları çekmez. Set ekibinin durumu daha fenadır. Aslında insani koşullarda, sekiz saat çalışmaları ve günde iki ya da üç sahne çekmeleri gerekirken, settekiler günde 18-20 saat çalışırlar. Başka seçenekleri yoktur çünkü iş yetişmez. Gece yarısına kadar süren çekimden sonra evlerine gidip uyumaları için sadece iki-üç saatleri vardır. Sabahın erken saatlerinde yine set başlar. Ve bu tempo sette kaçınılmaz olarak kurbanlar alır. 24 yaşındaki Tülay Ergildi ve 20 yaşındaki Zehra Sezgin’i bu yüzden kaybettik. Kostüm sorumlusu bu iki genç kız sabaha kadar süren bir çekimin ardından eve dönerken bir trafik kazasında öldüler. Arabayı kullanan şoför kim bilir kaç gecedir uykusuzdu?

60 dakika aşılmamalı

Peki bu koşullarda niye çalışırız? En çok o kanal izlensin diye. Eğer reyting almazsa derhal dizi yayından kaldırılır ve oyuncu, yönetmen, reji ekibi, set işçisi yani yaklaşık 60-70 kişi bir anda işsiz kalır. İçeride kalan paralar vardır, sigorta ve sözleşmemiz olmadığı için hak iddia edemeyiz, sesimiz çıkmaz, susarız.
Dışarıdan bakıldığında fazlasıyla eğlenceli, gayet ışıltılı bir sektör gibi görünüyordu oysa değil mi? Hayal kırıklığına uğradınız, ama olsun az sonra dizi başlıyor. Araya girecek reklamlarla birlikte 2,5 saat televizyon karşısına mıhlanıp kalacaksınız. Biz ise bu zor şartlarda çalışmaya, hasta olmaya ve ölmeye devam edeceğiz. Siz de gün geçtikçe kalitesizleşen, birbirinin aynı, dikkat çekmek için sansasyonel yollara başvurmak zorunda kalan diziler seyredeceksiniz. Başka türlüsü bu koşullarda imkansız çünkü. Öncelikle, dizilerin artık 90 dakika olmaması gerekiyor. İnsani düzene sahip hiçbir ülkede böyle bir şey yok! Bizde de, çok değil, 10 yıl öncesinde 45-60 dakikalık diziler yapılıyordu ancak yayım süreleri yavaş yavaş 90 dakikaya çıktı. Tekrarlarla birlikte bugün 1,5-2 saatlik diziler yayımlanıyor. Görünen sebep reyting savaşları ama bunun yasal bir dayanağı var: RTÜK yasasına göre, yayımcının, her 20 dakikada sekiz dakikalık reklam koyma hakkı var. Bunun kaç programda yapılacağı belirtilmediği için de bugün hepimiz bu sefaleti yaşıyoruz. Yeni RTÜK yasasıysa mecliste görüşülüyor ancak sürelere ilişkin bir değişiklik bunda da yok. Tek değişiklik, sansür yapmak için RTÜK’e daha fazla yetki verilmesi! Oysa hükümetin 2003’te imza koyduğu AB anlaşmasına göre dizi süreleri 48 dakikası dizi, 12 dakikası reklam olmak üzere, 60 dakikayı geçemez. Bu anlaşmanın uygulanması gerekiyor.

Biz, Sender üyesi senaryo yazarları olarak, Türkiye tarihinde ilk defa, sesimizi yükseltmeye karar verdik. Bu gidişe bir dur diyeceğiz. Yayın süreleri AB standartlarına çekilene kadar durmayacağız. 8 Kasım 2010’da Galatasaray’da buluşup hazırladığımız yasal dilekçeyi Cumhurbaşkanı başta olmak üzere, ilgili bütün kurumlara yolladık. Gün geçtikçe bu haklı isyanımıza sektörün bileşenleri destek vermeye başladı. Bastığımız dalı kesmekte olduğumuzu fark etmeliyiz. Devleti ve hükümeti göreve çağırıyoruz. Yeni RTÜK yasasında, dizi süreleri düşürülmelidir. Ne 90 dakika yazmak ne de günde 18 saat çalışmak istiyoruz.

YUMURTAYA HİÇ BU AÇIDAN BAKTINIZ MI



ODTÜ'lü öğrencilerden 'insan türü'nün, diğer canlı türlerine 'kibirli', 'ben merkezci' bakışına tepki geldi. Son dönemde ÖDP, Halkevi, Öğrenci Kolektifi ve TKP üyelerince, düşünce ve ifade özgürlüğünü engelleyici bir saldırı aracı olarak kullanılan 'yumurta' atma eylemine Orta Doğu Teknik Üniveritesi (ODTÜ)'deki anarşist gruplardan tepki geldi. ÖDTÜ'lü öğrenciler itirazlarını ODTÜ'ye astıkları afişle dile getirdi: Yumurta birilerinin kafasına atılacak bir nesne değildir, sofradaki yemek değildir, gençliğin isyanı değildir. Yumurta bir direniş aracı değildir, direnişin araçları bellidir. Yumurta bir canlının bebeğidir. Yumurta, insanın hayvanlar üzerindeki tahakkümünün bu kadar normalleştirilmesi sonucunda alınıp, satılan, fırlatılan bir meta haline gelmiştir..."


İşte, ODTÜ'lü bir grup anarşistin itirazını ifade ettiği afişin içeriği:


"Yumurta birilerinin kafasına atılacak bir nesne değildir, sofradaki yemek değildir, gençliğin isyanı değildir.

Yumurta bir direniş aracı değildir, direnişin araçları bellidir.

Yumurta bir canlının bebeğidir. Yumurta, insanın hayvanlar üzerindeki tahakkümünün bu kadar normalleştirilmesi sonucunda alınıp, satılan, fırlatılan bir meta haline gelmiştir. Tavuklar, yetiştirme çiftliklerinde korkunç şartlarda ömrünü tüketmek için üretilirken, daracık yerlerde üst üste yaşamak zorunda bırakılırken, kimyasallarla dolu yiyecekleri yemeye zorlanırken biz bu zincirin bir halkası olmayacağız.

Mezbahalar, sirkler, yetiştirme çiftlikleri, deney odaları hayvanlar için zulmün merkezleridir.

Herkesi yumurtaya, hayvanlara, suya, dağlara farklı bir gözle bakmaya çağırıyoruz.

Hayvana, insana, yeryüzüne özgürlük..."



RONİ'NİN YANINDAYIZ


Çanakkale'de saldırıya uğrayan Roni Marqulies'e destek için aydınlar ve dostları bir bildiri yayınladı. Ben de bu bildiriye destek veriyorum.

Roni'nin yanındayız!

"Roni Margulies ilk defa saldırıya uğradığında sustuk, izledik... Saldırıya uğrayan aslında bizlerdik.

Roni bir kez daha saldırıya uğradı... Bu saldırı özgür düşünceye, insanlık ailesine yapıldı. Sana, bana, bizlere yapıldı...

Bu kez susarak; bu tür saldırılara ortak olmayacak, bu utancı paylaşmayacak, saldırganları, saldırının altındaki düşünceyi onaylamayacağız...

Fikrin karşılığı fikirdir. Özgür düşünce şiddetin olmadığı ortamlarda gelişir. Düşünce engellenemez.

Bizler aşağıda imzası olanlar; kimler tarafından ne amaçla yapılırsa yapılsın Roni'ye yönelik saldırıyı kendimize yapılmış sayıyor ve kınıyoruz."

YEŞİL BADANACILARA DİKKAT


WikiLeaks'i kestane çeşidi ve Beşiktaş'ın transfer ettiği yeni futbolcu sanan insanların da olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Bizim toplumumuzda dünyada olup bitenlere bu derece uzak olanlar da olsa, dünyada bir Wikileaks depremi yaşanıyor.

Bu depremi yaratanlardan Julian Assange ise belki de dünyanın şu anda en etkili ve en korkulan adamlarından biri. Ne Putin, ne Ahmedinecad, ne Obama, ne Sarkozy, ne Erdoğan. Varsa yoksa Assange.

Wikileaks, devletlerin yazışmalarından sonra küresel şirketlerin çevirdiği dolapları da bir bir yayımlamaya başladı. Örneğin, Nijerya'daki belgeler. ABD elçileri Nijerya'yı Shell'in yönettiğini düşünüyor. İlaç firması Pfizer'in 200 çocuğun üzerinde deney yaptığı ve olayın üzerini kapatmaya çalıştığı da iddialar arasında. Yeni şeyler değil esasında bunlar, kapitalizmin ve neo-liberalizm yüzünü birazcık bilenler için.

Yani WikiLeaks sadece devletlerin değil küresel şirketlerin de dengesini bozuyor, bozacak.

Çevreci eğilimler arttığından, çevreci örgütler şirketlere daha doğa dostu olma baskısını hissettirdiğinden bu yana da şirketlerin, özellikle küresel şirketlerin dengesinde oynamalar yaşanıyor.

Şirketler kimliksizliklerinden sebepli bir kimlik bunalımı yaşıyor. O ana kadar çevreciliğin "ç"sine hassasiyet göstermeyen şirketler çevreci olmayı, moda deyimle green olmayı bir zorunluluk olarak görüyorlar ilk başta.

Yeşil badanacılar ortaya çıkıveriyor aralarından sonra. Yani ürünlerini, hizmetlerini öyle olmadığı halde çevre dostuymuş gibi sunanlar. Yeşil badanacılar tüketici örgütlerince tespit edilip teşhir ediliyor.

Yeri geliyor, HES yapıp doğayı katleden bir holdingin diğer bir şirketi kendini çevre dostu, çevrecilik şampiyonu ilan ediyor.

Daha sonra ise green'in başka bir yönünü fark ediyorlar şirketler. Çevreciliği, yeşil olmayı bir business haline getirebileceklerini fark ediyorlar. Bu işten nasıl para kazanacaklarını düşünüyorlar. Yeşil işi, yeşilin farklı bir tonuna meylediyor. Çevrecilik bir iş modeli haline geldikçe özünden uzaklaşıyor.

Genç kuşağın en değerli ve duruş sahibi yazarlarından biri olan Murat Uyurkulak, geçen ayki Milliyet Sanat dergisinde köşe yazısında güzel bir tespitte bulunmuş, şöyle diyor Uyurkulak; "Muhafazakarlık ve liberalizm bir ipin iki ucundan çekiştiren ikizlere benziyor. İlki eskinin tasarruflu ve ahlaklı günlerinin yasını tutarken, diğeri geleceğin zengin, şen ve hür günlerine erken övgüler düzüyor. Bu, hiç geri gelmeyecek olanla hiç gerçekleşmeyecek olanın şimdide simetrik bir yalan olarak buluşmasından ibaret bir durum. Muhafazakarlık ve liberalizm bir elinde gazoz diğer elinde ilaçla sırıtarak müstakbel mağdurların masasına doğru seğirten pespaye çapkınlara benziyor."



Çevrecilik gazoza atılan bir ilaca dönüşme tehlikesinde; tutuculuğun sınır tanımaz liberalliğiyle, liberalliğin sınır tanımaz tutuculuğunun kesişiminde simetrik bir yalan olma yolunda ilerliyor.

13 Ağustos 2010

NİYE “YETMEZ AMA EVET” DİYORUM, NİYE BDP’NİN “BOYKOT”UNU DESTEKLİYORUM



Özgürlükçü solcular düzene karşıdır. Anayasa ve yasaların, topluma karşı devletin çıkarılarını korumak, egemen sınıf(lar)ın işine gelen düzeninin devamlılığını sağlamak için yazıldığını ve uygulandığını bilir. Devletlerde emekçi sınıflar karar süreçlerine katılamıyor, devletler toplumun üzerinde konumlandırılıyor. Ancak özgürlükçü sosyalizmi ve devrimi savunmak, mevcut yasal değişikliklere kayıtsız kalmamıza neden olmamalı. Özgürlükçü sosyalistler anayasa ve yasa tartışmalarında sessiz ve tarafsız kalmamalı. Her daim öne atılan adımları, iyileştiren
adımları desteklemeli. Özellikle de demokrasi alanında. Çünkü demokrasinin sınırları genişledikçe, hak ve özgürlükler artar.

12 Eylül'de halk oyuna sunulacak anayasa değişikliği paketi için ben “Yetmez ama Evet” derken doğu illerinde BDP’nin yapacağı “Boykot”u da destekliyorum. Yeni değişiklikler, Türkiye'deki askeri vesayet rejimine son vermek, 12 Eylül cuntasının yazdığı 1982 anayasasından
uzaklaşmak yönünde atılmış önemli bir adım kanımca. Halk oyuna sunulan 26 maddelik
değişiklik, Türkiye'de emekçilerin ve ezilenlerin taleplerini karşılaşmakta
yetersiz kalıyor, bunu kabul ediyorum. Ama her bir madde askeri vesayeti yücelten ve dokunulmaz kılan darbe anayasasınınkilerden daha iyidir diye düşünüyorum. Küçük de olsa ileri atılan bir adımın yerinde saymaktan daha olumlu olduğu kaanatindeyim..

Kenan Evren ve 12 Eylül cuntasının yargılanmasına engel olan, darbecilere dokunulmazlık veren geçici 15. maddenin kaldırılması çok önemli. Darbeci askerlerin sivil mahkemelerde yargılanabilecek. Türkiye'de askeri vesayeti ayakta tutan ve aldığı bir çok kararla Türkiye haklarının aleyhine çalışan yargı oligarşinin dizginlenecek. Türkiye'deki askeri vesayet rejimi ağır bir darbe yiyecek. 27 Mayıs darbesi ile oluşturulan kurumların eski yapısına son verilecek.
Şu çok açık, darbe anayasasına dayanarak kendini meclisin ve seçilmiş
hükümetlerin üzerinde gören yargıçlar rejimi son bulmadıkça demokratikleşme ve sivil bir anayasa hayal olarak kalacaktır.

Bugün “Hayır” diyen ulusalcılar, milliyetçiler, sağcılar ve geleneksel sol partiler ise statükoculuğu, milliyetçiliği ve devlete sadakati güçlendirme hevesindeler. Nasıl AKP’nin 12 Eylülle derdi olduğuna inanamıyorsak, onların da esasında 12 Eylül’e karşı çıktığına inanamıyoruz. 12 Eylül’ler en çok onların işine geliyor çünkü.

12 Eylül'de oylanacak anayasa değişikliği paketine "yetmez ama evet" diyorum. Yetmiyor, çünkü içinde Kürtler yok, işçi sınıfı lehine daha iyi düzenlemeler yok, başörtülüler yok, farklı cinsel kimliklerdekiler yok. Memurlara grev hakkı yok, zorunlu din derslerine son verilmesi ve Diyanetin kapatılması yok. Çevrenin korunması yok. Darbecilerin, faşistlerin hedefi olan azınlıkların hakları yok. Irkçılığa ve her türlü ayrımcılığa karşı daha etkili yasalar da yok.

Siviller tarafından yazılan, demokratik ve özgürlükçü bir anayasanın gerekliliği ortadadır. Ama önce 12 Eylül anayası çöpe atılmalı. 12 Eylül'de anayasa değişikliği tüm yetersizliklerine rağmen halk tarafından onaylanırsa, sivil-demokratik-özgürlükçü bir anayasayı yıllardır engelleyen güçler artık engel olamayacak diye düşünyorum.

Doğu'da Kürt coğrafyasında ise halkın oylarıyla seçilmiş politikacılar tutuklanıyor. İşkence, yargısız infazlar, faili meçhul cinayetler ve her türlü anti-demokratik uygulama devam ediyor. Kürtler ve BDP bu yüzden anayasa referandumunu boykot ediyor, bence onurlu bir davranış sergiliyolar. Kürt halkının isyanını anlıyorum, onları darbecilerle bir olmakla itham eden AKP ve Başkaban’ı ise anlamıyorum. Siz onlar için ne yaptınız ki yeni anayasada? AKP, BDP'yi CHP ve MHP ile yan yana göstererek milliyetçi propaganda yürütüyorsunuz, tabanızın milliyetçi duygularına oynuyorsunuz sadece.

12 Eylül'de sandıktan "evet" oyları çıkarsa 13 Eylül’de “Yetmez ama Evet”in sadece “Yetmez”i kalacak. Ve o “Yetmez” üzerinden, artık hükümeti ve devlet kurumlarını daha çok baskı altına alabileceğimiz bir dönem, daha güçlü bir sol muhalefet imkanı bulacağız.


Oylamayla gerçekleşecek bazı olumlu değişiklikler;


Güçsüz olana pozitif ayrımcılık yapılacak. Kadın-erkek eşitliği konusunda alınacak tedbirler, Anayasanın eşitlik ilkesine aykırı olarak yorumlanamayacak. Çocuklar, yaşlılar ve özürlüler ile harp ve vazife şehitlerinin dul ve yetimleri ile malul ve gaziler için alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı sayılmayacak.


Herkes kendisi ile ilgili kişisel verilerin korunmasını isteme hakkına sahip olacak. Bu hak, kişinin kendisiyle ilgili kişisel veriler hakkında bilgilendirme, bu verilere erişme, bunların düzeltilmesini veya silinmesini talep etme ve amaçları doğrultusunda kullanılıp kullanılmadığını öğrenmeyi de kapsayacak. Kişisel veriler ancak kanunda öngörülen hallerde veya kişinin açık rızası ile işlenebilecek.


Yurt dışına çıkma hürriyeti ancak suç soruşturması veya kovuşturması nedeniyle ve hakim kararıyla sınırlandırabilecek.


Her çocuk, korunma ve bakımdan yararlanma, yüksek yararına açıkça aykırı olmadıkça ana ve babası ile kişisel ve doğrudan ilişki kurma ve sürdürme hakkına sahip olacak. Devlet, her türlü istismara karşı çocukları koruyucu tedbirleri alacak.


Aynı iş kolunda birden fazla sendikaya üye olunabilecek. Memurlara ve diğer kamu görevlilerine toplu sözleşme yapma hakkı tanınacak. Siyasi amaçlı grev ve lokavt, dayanışma grevi ve lokavtı, genel grev ve lokavt, iş yeri işgali, iş yavaşlatma, verim düşürme ve diğer direnişlere ilişkin yasaklar kaldırılacak.


Devletin verdiği zarar ombudsman (kamu denetçisi) tarafından hızlı bir şekilde çözülecek:
Kamu Denetçiliği Kurumu(ombudsmanlık) oluşturulacak.


Yüksek Askeri Şura kararları; Yüksek Askeri Şuranın (YAŞ) terfi işlemleri ile kadrosuzluk nedeniyle emekliye ayırma hariç her türlü ilişik kesme kararlarına karşı yargı yolu açılacak.
Danıştay ve İdare mahkemeleri kamu yararına aykırı diyerek yürütme/bakan/belediye başkanı gibi karar veremeyecek:


Memurlara verilen uyarma ve kınama cezaları yargı denetimine açılacak.


Askerin darbe girişimine sivil mahkemeler bakacak/Askerler sivil mahkemelerde yargılanabilecek:Askeri yargı; Askeri yargının görev alanı yeniden belirlenecek. Askeri yargı, askeri mahkemeler ve disiplin mahkemeleri tarafından yürütülecek. Askeri mahkemeler, asker kişiler tarafından işlenen askeri suçlar ile bunların asker kişiler aleyhine veya askerlik hizmet ve görevleriyle ilgili olarak işledikleri suçlara ait davalara bakmakla görevli olacak. Devletin güvenliğine, anayasal düzene ve düzenin işleyişine karşı suçlara ait davalar, her durumda adliye mahkemelerinde görülecek. Siviller, savaş hali dışında askeri mahkemelerde yargılanamayacak.
Anayasa Mahkemesi’nin üye sayısı artacağından mahkeme demokratikleşecek, mahkemeye bireysel başvuru yapılabilecek:


Meclis başkanı ve üst düzey generaller yargılanabilecek. Yüce Divan; Meclis Başkanı, Genelkurmay Başkanı, kuvvet komutanları ile Jandarma Genel Komutanı da görevleriyle ilgili suçlardan dolayı Yüce Divanda yargılanacak. Yüce Divan kararlarına karşı yeniden inceleme başvurusu yapılabilecek. Genel Kurulun yeniden inceleme sonucu verdiği kararlar kesin olacak.
Askeri hakimler hiyerarşik askeri disiplinden kurtulacak:


1980 Darbesini yapanlar yargılanabilecek. Suç işleyen devlet görevlileri cezalandırılabilecek:
Geçici 15. madde; 12 Eylül dönemindeki Milli Güvenlik Konseyi üyeleri ile bu dönemde kurulan hükümetler ve Danışma Meclisi’nde görev alanların yargılanmasını önleyen geçici 15. madde yürürlükten kaldırıldı.

5 Ağustos 2010

İŞTE BP'NİN YENİ LOGOSU


Petrol şirketi British Petroleum'un (BP) çevreyi kirleten yeni imajına daha uygun olan logoyu bulmak için Greenpeace tarafından başlatılan yarışma sonuçlandı: Yeni logoda, BP'nin eski logosunun önünde duran, petrole bulanmış bir kuşun silueti var.



Greenpeace'in yaklaşık üç ay önce İnternet üzerinden başlattığı yarışmaya iki bin kişi başvurdu. Bugüne kadar iki milyon kişinin ziyaret ettiği İnternet sitesinde yaklaşık 25 bin kişi oy verdi. Yarışmayı 16.463 oyla, Laurent Hunziker'in tasarladığı logo kazandı. Hunziker, logosu hakkında şöyle diyor: "Logodaki silueti, petrole bulanmış, panik halindeki bir kuşun etkileyici bir resminden esinlenerek yaptım, onun yaşadığı acı, yaşanan trajik olaylardan sonra dünyamıza neler olduğunun güçlü bir göstergesi."



Meksika Körfezi'ndeki petrol sızıntısından sorumlu olan BP, temiz enerjiye yatırım yaptığını iddia ederek, yeşil ve sarı renkli bir ayçiçeği logosunu kullanıyordu. Greenpeace ise bu facianın sorumlusu olan şirkete daha uygun olacak logoyu bulmak için bir yarışma başlatmıştı.

3 Ağustos 2010

KAYAPO YERLİLERİ GELECEKLERİ İÇİN DİRENİYOR


HES'lere karşı direniş küreselleşiyor. Amazon ormanlarının Brezilya topraklarında bulunan bölümündeki, Mato Grosso eyaletinde yaklaşık 300 yerli bir hidroelektrik santralını (HES) işgal ederek, santralın yapım çalışmalarını durdurdu. Yerlilerin, tesiste çalışan 100 işçinin tesisi terk etmesine izin vermedikleri, ancak herhangi bir şiddet olayının ya da yaralanmanın da yaşanmadığı bildiriliyor.
Aripuana nehri üzerine kurulu olan hidroelektrik santralini işgal eden Kayapo yerlileri, yaşam alanlarında geri döndürülemez tahribatlara neden olacağını söyledikleri tesiste işgali sona erdirmek için şirket yetkilileri ve hükümetle görüşme talep ettiler. Yerlilerin büyük tepkilerine karşın yapımına başlanan santralın 2011 Ocak ayında faaliyete geçmesi bekleniyor. İşgale ilişkin basına açıklama yapan yerli liderlerinden Aledeci Arara, “Bu tesis bizim yaşam alanımızdan sadece 30 km kadar ileride inşa ediliyor ve topluluğumuzun kültürel ve toplumsal yaşamı üzerinde ağır tahribata neden olacak, öte yandan tesis çevre açısından zaten bir felakete yol açacak nitelikte” diyor.
Amazonlar’da hidroelektrik santrallarının yapılmasına iznin çıktığı Mayıs ayında yerli toplulukları “3 bin savaşçıyla santrallara karşı savaşmaya hazırız” açıklamasında bulunmuşlardı.
Brezilya hükümeti, Nisan ayının ikinci haftasında dokuz şirketten oluşan ‘Norte Energia’ adlı bir konsorsiyuma Amazonlar’da hidroelektrik santralı kurma izni vermişti. Xingu Nehri üzerinde yapımı planlanan santralın, binlerce yerliyi topraklarından etmesi olası. Projenin düzenlemesi, Brezilya devletine ait ‘Companhia Hidro Eletrica do Sao Francisco’ şirketi tarafından yapılıyor.Kararın alındığı gün başkent Brasilia’da bulunan Brezilya Elektrik Düzenleme Ajansı önünde 500 kişinin katıldığı bir protesto gösterisi düzenlenmişti. Bir basın açıklaması gerçekleştiren Brezilya Greenpeace ise “Lula hükümeti, bu projede ısrar ederek kendi mirasını yiyor” açıklamasında bulunmuştu.
Kayapo yerlileri, yüzyıllardır, Amazon Havzası’nın güneyinde, Xingu nehri boyunda ve Brezilya’nın Mato Grosso ve Pará bölgelerinde yaşıyorlar. Kayapolar Güney Amerika’nın en çevreci ve örgütlü yerli topluluklarından biri olarak biliniyor.

29 Temmuz 2010

KATALONYA'DA BOĞA GÜREŞLERİNE YASAK GELDİ, İSPANYOL SAĞINDAN İSE TANIDIK TEPKİLER


İspanya'nın doğusundaki Katalonya bölgesinin özerk yönetim parlamentosu, boğa güreşlerinin bu bölgede yapılmasını 1 Ocak 2012 tarihinden itibaren yasakladı.

Bir sivil toplum örgütünün geçen yıl başlattığı boğa güreşlerinin Katalonya’da yasaklanması kampanyası çerçevesinde toplanan 180 bin imzanın ardından aralık ayında Katalan parlamentosunda başlayan tartışma, dün yapılan oylamayla sonuçlandı.

68 ‘evet’e karşı, 55 ‘hayır’ ve 9 çekimser oyla Katalonya’da boğa güreşleri yasaklandı.
İspanya’da boğa güreşlerini yasaklayan ilk özerk yönetim 1991’de Kanarya Adaları olmuştu.
Bu kararın ardından İspanya’da sağ partiler ve sağ görüşlü gazeteler, çok bildik tepkileri bir bir sıralamaya başladılar. Katalonya’nın bu kararı almasının arkasında siyasi sebepler olduğu savunan El Mundo, ABC, La Razon gibi sağ görüşlü gazeteler, parlamentonun kararının hayvan sevgisinden değil, İspanya’ya karşı olmaktan kaynaklandığı iddialarına yer verdiler hemen. Hatta işi ileri götürüp, Katalan parlamentosunun aldığı kararı Demokrasiye geçiş sürecinden sonra İspanyol kültürüne yönelik yapılan en ciddi saldırı olarak yorumlamışlar.
Boğa güreşlerinin yasaklanmasından dolayı Katalonya bölgesi 300-500 milyon avro arasında ekonomik kayba uğrayabilir ama hayvan hakları savunucularının gönlünde kazandıkları yerin maddi bir karşılığı olamaz.

21 Temmuz 2010

BEYAZ YAKALI ÇALIŞANLAR, KENDİLERİNİ BİRER İŞÇİ OLARAK GÖRMÜYOR


“Bilişim ve Örgütlenme” uzun süredir takip ettiğim bir konu. Geçtiğimiz günlerde Başkent Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden Prof. Dr. Mutlu Binark ile bir görüşmem oldu. Bu konuda yetkin isimlerden biri Binark, Temmuz ayı başında İstanbul’da düzenlenen Avrupa Sosyal Forumu bünyesinde bir panele de katılmıştı. Binark ile şimdiye kadar IBM’de son dönemde yaşanan gelişmeler dışında örgütlenme anlamında ciddi deneyimleri olmayan bilişim sektöründe örgütlenmenin önündeki engelleri de konuştum.

Binark’a göre bilişim sektöründe çalışanların ciddi bir örgütlenmeye gidememesinin ardında pek çok sebep bulunuyor. Bunlardan en önemlilerinden biri de eğitimli işgücünün kendilerini birer işçi veya emekçi olarak görmemeleri. Bu tespit, üzerinde durulması gereken, sektörün önemli sorunlarından biri kanımca da.

Gerçekten de, meslek ve kariyer gibi kavramlar işin içine girince, bilişim çalışanları sendikayı daha alt sınıflara ait gibi birşey gibi görme eğilimine giriyorlar. Oysa günümüzün vahşi rekabete dayalı neo-liberal ekonomi düzeninde, meslek ve kariyer mitini derinden sarsacak şeyler oluyor. Güvencesiz çalışma koşulları, geleceğe yönelik belirsizlikler, gösterilen emeği karşılamayan düşük ücretler, esnek (ama mesai saati sonraları doğru esnek) çalışma saatleri, geç ödenen maaşlar, bir günde çalışanların kendini kapı önünde bulma riski, aldı başını gidiyor.

Bilişim sektörü çalışanları tam bir sınıf yanılsaması içinde. Geçtiğimzi yıl muhabir olarak izlediğim IBM önündeki bir eylemde bunu gör müştüm. Plazadan çıkan beyaz yakalı tabir ettiğimiz bilişim emekçileri, kendileri gibi birer emekçi olan eylemcilere, adeta başka bir dünyadan gelmişlercesine bakıyorlardı. Bazıları ise ellerinde Starbucks kahveleriyle eylemcilere bakma ihtiyacı hissetmiyor, adeta onların varlğından rahatsız oluyorlardı, “bunların işi ne burda” diyorlardı içinden

Beyaz yakalılar kendini işçi sınıfına ait hissetmiyor. Oysa artık değişen proleter profili belki de en çok masa başı çalışanlarını, beyaz yakalı ofis emekçilerini kapsıyor.

Beyaz yakalı kendini mavi yakalıyla bir görmüyor. Görmek istemiyor. “Ben eğitim aldım yıllarca, ABD’lerde okudum, sertifikalar elde ettim” diyor, kendini birer yönetici değil de işçi olarak görmek ağrına gidiyor belki. Oysa bu tam bir yanılsama. Bunu içselleştirmeden, bilişim çalışanlarının haklarının yenilmesinin önüne geçmesi zor. Veya en azından haklarının yendiğinin farketmesi.

19 Temmuz 2010

BİR BABAĞIN ÇIĞLIĞI...DUYAN YOK MU?



İstanbul Maltepe'de Gülsuyu'ndaki 67 numaralı ev. 19 Şubat günü, gece yarısını az geçmişken 67 numaralı evin kapı zili çalar. Bir binbaşı, yanında polis ekibi, mahalle muhtarı, Ali Rıza Yıldız’ı evin dışına çağırırlar. Aşağıda bir ambulans bekliyordur. Yıldız’a oğlunun ismi, nerede olduğu sorulur, bilgiler doğrudur. “Oğlunuz bir kaza geçirmiş” der binbaşı, “Başın sağolsun. Çocuğu kaybettik...” Babanın tek öğrenebildiği, oğlunun bir görev dönüşü, araç içinde patlayan silah sonucu yaralandığıdır. Yıldız, Şehitkamil Devlet Hastanesi’ne kaldırılmış, yapılan müdahaleye rağmen kurtarılamamıştır. Cenaze ailenin isteği üzerine memlekete, Sivas İmranlı’ya yollanır. Gaziantep’te kendisi için düzenlenen askeri tören hemen o sabah 9.30’da olduğundan ailesinin yetişme ihtimali yoktur. Törenin bu kadar apar topar yapılmasına da anlam verememişlerdir.


Ailenin kafasını karıştıran bir hadise, İmranlı İlçe Jandarma Bölük Komutanlığı’na bağlı Çayırlı Dere Karakol Komutanı’nın, mezar kazılırken Yıldız’ın dedesine “Aldığım bilgiye göre torununuz intihar etmiş” demesi olur. Dede “Benim torunum intihar edecek çocuk değildi. Siz beni de öldürmek istiyorsunuz” der. Ali Rıza Yıldız, sonra bu olayı anlattığı İmranlı İlçe Jandarma Bölük Komutanlığı’nda, emirlerindeki bir astsubayın böyle bir cümle sarf edişini ‘gaf’ olarak değerlendirdiklerine tanık olacaktır. Defin kâğıdında G3 piyade tüfeğiyle vurularak yaralandığı yazan Serhat Yıldız’ın ne şekilde kaza geçirdiği, göğsünden mi, sırtından mı vurulduğu ailesi için hâlâ meçhuldür. Yıldız, işte o günden bugüne kadar bu olayın aydınlatılması için mücadele ediyor.


Serhat Yıldız'ın babası, askeri yetkililerin kendisine, "sizden hiç vatan sağolsun sözünü duymadık” dediklerini söylüyor. "Konuşmamız gerekenleri konuşmazsak çoçuklarımızı sağ gönderip, ölü almaya devam ederiz. Ben yaşadım hiç değilse başkasının ki ölmesin. Bu ülkede kardeş kanı akıtılıyor. Serhat'tan sonra bir oğlum daha var. Neye mal olursa olsun, onu askere göndermeyeceğim. Bir kurban daha vermek istemiyorum" dedi Gülsuyu Sanat ve Hayat Kültür Festivali'nin üçüncü gün etkinlikleri kapsamında Maltepe Beşevler Meydanı'nda yapılan “Asker ölümleri ve vicdani ret” panelinde.


Tek sunabildikleri çözüm yolu top, tüfek, bomba olanlar bu babanın çığlığına kulak vermeli artık.

İSVEÇ ZORUNLU ASKERLİĞİ KALDIRIYOR


Türkiye'de profesyonel ordu kurma tartışmaları yoğunluk kazanırken, İsveç zorunlu askerliği kaldırarak profesyonel ordu oluşturma kararı aldı. 1 Temmuz 2010 tarihinden itibaren zorunlu askerlik kaldırıldı. İsveç'te gönüllü askerlik yapmak isteyen gençler 3 aylık temel eğitime tabi tutulacaklar. Başarılı olan gençlere profesyonel olarak askerlik yapmaları teklif edilecek.


Fakat muhalefet partileri zorunlu askerlik sisteminin kaldırılarak profesyonel ordu kurulmasına sıcak bakmıyorlar. İşin bir de mali tarafı var ki, bu da koalisyon hükümetini düşündürüyor. Profesyonel ordu İsveç’e her yıl 4 milyar kron daha fazlasına malolacak. Sol Parti’nin Savunma Politikası Sözcüsü Gunilla Wahlen İskandinav ülkeleri içinde sadece İsveç’in profesyonel orduya geçme kararı aldığını, İsveç’in tarafsızlığını ortadan kaldıracağı için zorunlu askerliğin kaldırılmasını kabul edemeyeceklerini söylüyor. Çevre Partisi Yeşiller paraların olmayan bir savaş tehlikesi yerine yerine belediyelere, il meclislerine, çevreye yönelik tehdite karşı kullanılmasını talep ediyor. Yapılan kamuoyu yoklamaları da halkın zorunlu askerliğin devamından yana olduğunu gösteriyor. İsveç halkı da Türk halkı gibi askerine her daim sahip çıkıyor görünüyor. İsveç halkının yüzde 63’nün zorunlu askerliğin kaldırılmasına karşı. Halkın sadece yüzde 28’i hükümetin profesyonel ordu kurmasını destekliyor.


Diğer yandan Savunma Bakanlığı ve Ordu yetkililerinin profesyonel orduya asker toplamak için işgali destekleyici ve ırkçı bir propaganda yürüttüğü belirtiliyor. Sokaklara asılan afişlerde Afganistan’a asker gönderilmesine karşı çıkanlar sivil halkın korunmasına ve barışa karşı olmakla suçlanmışlar. Reklam filmlerinde Afrika’ya gönderilen beyaz kadın ve erkek askerler siyah Somalili korsanlara karşı savaşıyorlarmış. İsveç, 2014 yılına kadar 50 bin askerden oluşan profesyonel bir ordu kurmayı planlıyor.



Evet, bir yandan ilk duyulduğunda kulağa hoş geliyor zorunlu askerliğin kaldırılması ama bu anti-militarist bir tutumla yapılan bir eylem değil. İsveç'te tersine militarizm daha da derinleşiyor.

SANSÜRSÜZ İNTERNET İÇİN YÜRÜYÜŞ


İnternette sansür uygulanmaması için bir araya gelen, aralarında çeşitli internet grupları, sivil toplum kuruluşları, insiyatif ve oluşumların bulunduğu yaklaşık bin kişilik topluluk, “Sansürsüz internet“ pankartı altında Taksim'den Galatasaray'a yürüdü.


Yaklaşık 1.500 kişilik yürüyüşe Taksim Meydanı'ndan başladı. Grup ellerinde “Özgürlüğümüze tıklamayın“, “Sansür seni gerçeklerden korur“, “Milli motor, ulusal arama motoru“, “Milli tüp devlet yayını“ dövizleri ile yürürken, Dolmabahçe-Piyalepaşa Tüneli'nin açılış törenine dikkat çeken bazı göstericiler ise, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'a hitaben, “Tüneli açtın, youtoube’u da aç“ diye slogan attı.


Galatasaray Lisesi önünde ortak basın açıklamasını okuyan Deniz Kaynak şunları söyledi: “İnternet, hiyerarşisi olmayan, tam katılımcı bir demokrasi ütopyasının mümkün olabileceğinin müjdesidir. Bizler, internet kullanıcıları olarak, bilgi çağına uymayan hukuk kurallarını kabul etmiyoruz. Devlet kurumları tarafından son zamanlarda izlenen İnternet politikasının sansür olduğunu biliyoruz. Kendimizi özgürce ifade ettiğimiz platformlar bir bir kapatılıyor. 6 binden fazla web sitesi erişime engellenmişken ve bu sayı günden güne artarken artık susmayacağız. Temel hak ve özgürlüklerimize müdahale niteliğindeki uygulamalar karşısında sessiz kalmayacağız. Vatandaşların ifade özgürlüğü ve bilgi edinme hakkı engellenemez düsturuyla internette bir araya geldik. Çözümü şimdi sokakta arıyoruz. Yetkililerin geçtiğimiz ay içinde keyfi sansür uygulamaları ile kamuoyunu yanlış bilgilendirmesini ve Türk İnternet Sansür Sistemi’nin altyapısını oluşturan 5651 Sayılı Kanunu ve suç işleyenlerden ziyade tüm internet kullanıcılarını cezalandıran bu sistemi protesto etmek, vatandaşlara hukuka aykırı uygulamaları anlatmak ve gerçeklerle buluşmak için sokaktayız. Şimdi, kamuoyu huzurunda sansürsüz internet istiyoruz.“

24 Mayıs 2010

GELECEK YIL UMARIZ BURDA OLURSUN



İranlı yönetmen Abbas Abbas Kiarostami’nin “Copie Conforme” filmiyle “ En İyi Kadın Oyuncu ödülünü alan Fransız oyuncu Juliette Binoche, Cannes’ta ödül töreninde yaptığı konuşmada, İran rejimini hedef aldı. Binoche, Cafer Panahi yazılı döviz kaldırarak,” İran’da entelektüel ve aydınlar ciddi bir baskı altında. Cafer Panahi de, bunlardan bir tanesidir. Cafer Panahi’nin derhal serbest bırakılmasını istiyorum” dedi.

İran sinemasının önde gelen yönetmenlerinden biri olan Jafar Panahi'nin tutukluğu sürüyor. Herhangi bir somut suçlamada bulunulmayan Panahi'nin seçimlerde muhalefeti desteklediği, bu süreçle ilgili bir filme hazırlandığı ve Montreal'de jüri üyeliği yaparken muhalif partinin simgesi olan yeşil atkıyı boynundan eksik etmediği için tutuklandığı sanılıyor. Panahi, 1 Mart'tan bu yana Tahran'da tutuklu bulunuyor.

27 Nisan 2010

SUSMA SUSTUKÇA ASİT YAĞMURLARI YAĞACAK






Doğayı ve yaşamı savunanlar bu Pazar günü, Sinop’ta, Mersin’de ve Kadıköy’de meydanlarda buluştu. Kadıköy’deki mitingden birkaç fotoyu aşağıda paylaşıyorum.


Gerçekten keyifli, renkli, ve şenlikli bir eylem oldu. HES’lerin ve nükleerin tehditi altında olan bölgelerden gelen vatandaşların ve eylemcilerin varlığı da eylemi daha etkili kıldı.


Peki neye ve niye karşıyız?

Karadeniz'in el değmemiş vadileri, Ege ve Akdeniz'in dere ve çayları, Türkiye'nin her yerindeki akarsular, doğayı yok etme pahasına kâr peşinde koşanların saldırısı altında. Sadece Doğu Karadeniz’de 750'ye varan HES projesiyle, enerji bahanesiyle sularımızın kullanım hakkı şirketlere devrediliyor, sular tünellere hapsediliyor, yatağında akan su bırakılmıyor, Artvin, Rize, Trabzon, HESlerin, maden ve taş ocaklarının, yayla yollarının çok yönlü saldırısı altında: Dünyanın en nadide yağmur ormanları, doğal eski ormanları, akarsu vadileri tarümar ediliyor, üstelik bir de enerji nakil hatlarının yayacağı radyasyonla adeta her vadi bir Çernobil’e dönüştürülüyor.


Çoruh’tan Senoz Vadisi’ne, Yuvarlakçay’dan Fındıklı'ya, Görele'den Alakır'a , Loç Vadisi'ne kadar Karadeniz, Ege ve Akdeniz'de derelerinin kurutulmasına, vadilerin yok edilmesine, HES inşaatları için ağaçların kesilip ormanların tahrip edilmesine karşı yöre insanları direniyor. Barajlar sadece akarsuları ortadan kaldırıp vadileri yok etmekle kalmıyor, insanları yerinden yurdundan ediyor ve tarihi mirası sulara gömüp ortadan kaldırıyor. Aynı zamanda milli park olan MUNZUR vadisini yok edecek sekiz baraj projesi Dersim halkının yıllardır süren mücadelesine rağmen devam ediyor. Yüzyılların mirası Küre Dağları Milli Parkı içinde akan Devrekani Çayı üzerine altı adet baraj projesi monte edilmeye çalışılıyor ve dünyanın ikinci büyük kanyonu olan Valla Kanyonu da HES'lerle tehdit ediliyor. ALLİANOİ'yi kurtarmak için yapılan girişimler dikkate alınmıyor ve Bergama'da yapılan Yortanlı barajı Allianoi antik kentini sular altında bırakmak için gün sayıyor. Tarihin en önemli tanıklarından HASANKEYF antik kentini sonsuza kadar baraj sularına gömecek olan Ilısu barajı bütün dünyaya mal olan dirençli mücadelelere rağmen sürdürülüyor. Termik santraller sadece iklim değişikliğini geri dönüşsüz noktaya yaklaştırmakla kalmıyor, aynı zamanda bacasından çıkan zehirli dumanlarla çevresinde yaşayan insanlarda ciddi hastalıklara yol açıyor, ormanları ve tarım alanlarını tahrip ediyor.


Buna rağmen hükümet 50'yi aşkın yeni kömürlü termik santral projesiyle Gerze'den Bartın, Erzin, Yalova, Çanakkale'ye kadar Türkiye'nin her yerinde hem halkın sağlığını, hem doğayı, hem de yeryüzünün geleceğini tehlikeye atmaya devam ediyor.


Doğaya ve yaşama sahip çıkmak için kömüre hayır diyoruz. Yaşama kasteden projeler enerji yatırımlarıyla da sınırlı değil. Bergama, Eşme, Havran, Ulukışla gibi yerlerde altın madenleri, İstanbul'da üçüncü köprü, yeni otoyollar, taşocakları, çimento fabrikaları, golf sahaları gibi ormanlara, sulak alanlara, tarım alanlarına ve insan yerleşimlerine zarar veren, kentsel dönüşüm adı altında insanları yaşadıkları yerden koparan bütün yanlış projelere karşı Türkiye'nin her yerinde protestolar ve kampanyalar yükseliyor.

SİZE SARILMAYA GELDİM EFENDİM


Reha Erdem'in Antalya’da Altın Portakal'dan ödüllerle dönen filmi Kosmos'un gösterime girmesi uzun süredir bekleniyordu. Geçen hafta filmi görme şansımız oldu sonunda. Gerçekten Türkiye sinemasında şimdiye kadar yapılmış en ilginç, kendine özgü, tuhaf, tuhaf olduğu kadar üstüne düşündüren, gerçek anlamda düşündüren, alabildiğine de derinlikli bir filmle karşılaştık.


İlk sahnelerde insan sanki bir Tarkovski filmini izliyor gibi oluyor Kosmos’da. Hem Kars’ın doğal ortamı insanı böyle hissetmeye sevkeden, hem de filmin durağan ama şiirsel ve hüzünlü görüntüleri. Sonradan ise gerçekten çok farklı bir filmle ve anlatım diliyle karşı karşıya olduğumuzu farkediyoruz.


Filmde iki tema var esasında öne çıkan, birincisi ait olmamak. Filmin ana kahramanı durumunda Kosmos da insana her hareketi ve sözüyle buralara ait olmadığını hissettiriyor. Ve ikinci öne çıkan öğe ise sınırda olmak.

Film boyunca Kosmos yoksa bir mesih mi, İsa’nın hayatına çeşitli göndermeler mi var diye düşünülüyor. Evet Erdem, filmde kutsal kitaplardan bazı cümleler kullanmış, kutsal metinlerden alıntılar yapmış. Ama Erdem’in anlatmak istediği ve derdi çok başka şeyler esasında.
Kosmos, başka bir boyuttan karlar altındaki bir sınır şehrine geliyor. Şehirde kimileri sınırların açılıp ticaretin gelişmesini istiyor. Kimileri ise buna karşı mücadele ediyor. Yabancıları sevmediklerini açıkça belli ediyorlar. Şehir ahalisi, bu konuda çift taraflı propoganda içinde kalıyor. Şehirde sürekli top-tüfek sesleri duyuluyor bir yandan. Sanki o bahsedilen sınırda bir savaş yaşanıyor. Kosmos şehir ahalisine başta garip gelse de hareketleriyle, sonra bilgeliği, ettiği derinlikli sözler ve mucizeleriyle garipsenmeyen birisi haline geliyor.

Kosmos çalışmayı reddediyor. Hırsızlık yapıyor ama kendi için değil, başkalarına yardım etmek için. Kosmos, aşkı Neptün’de buluyor. Kosmos ve Neptün filmde birbiriyle çok az konuşuyor. Adeta iki kuş gibi anlaşıyorlar. Doğa sanki aralarında bir iletişim kurmuş gibi. Kosmos’un aşk yaşadığı Neptün’ün babasısının çalıştığı mezbahadaki hayvanların katledilme görüntüleri film boyunca tekrarlanıyor. Bu görüntülerde insanlığın kurduğu düzen var. Savaşan, birbirine zarar veren, mutsuz, diğer canlılara da zarar veren insanlar. Ama Kosmos’un yaraları iyileştirme gücü var. Bu onu hem bir kahraman yapıyor, hem de korkulan birisi.

Filmde iki sahne var, benim özellikle aklımda kalan, daha doğrusu iki cümle. Birincisi Kosmos’un başka bir şehirden Kars’a gelince boşluğa düşen orta yaşı öğretmene dediği ‘Size sarılmaya geldim, efendim’. İkincisi ise aşkla ilgili söylenen şu cümle: Aşk: “Sol eli başımın altında olsun, sağ da beni kucaklasın.”


Kesinlikle üstünde düşünmeye değer bir film Kosmos. Belki bir defa seyretmek yetmeyecek, defalarca seyredilmesi gereken bir film.

26 Nisan 2010

SİNOP NÜKLEER İSTEMİYOR



Çernobil Felaketi’nin yıldönümünde, Greenpeace eylemcileri, Sinop halkının hükümetin nükleer santral planlarına karşı başlattığı ‘siyah bayrak’ eylemine destek vermek için Sinop Kalesi’ne üzerinde ‘Sinop Nükleer İstemiyor!’ yazılı büyük bir pankart astı. Pankartın açılmasından sonra eylemciler ifadeleri alınmak üzere emniyet müdürlüğüne götürüldüler.


Çernobil Felaketi’nden ciddi şekilde etkilenen ve etkilenmeye devam eden Karadeniz ve Sinop halkı nükleer enerji karşıtı mücadelelerine yıllardır devam ediyor. Şehirde pek çok işyeri, ev ve balıkçı teknesinin “Sinop Nükleer İstemiyor!” yazılı bayraklar asarak, tepkilerini ortaya koymalarına rağmen, hükümet yerel ve ulusal düzeydeki bu tepkileri dinlemekten uzak.


Çernobil’in faturası: 358 Milyar Euro oldu


Çernobil Felaketi sırasında 600,000 kişi ciddi miktarda radyasyona maruz kaldı. Bu felaketten kaynaklanan ölümlerin 90,000’i bulması beklenirken, etkileri kuşaklar boyunca devam etti. Maddi boyutunda ise Çernobil felaketi yaklaşık olarak 358 milyar Euro’ya mal oldu. Bugün bir hayalet şehir olan Priyapat’ın da dahil olduğu çok büyük bir bölge kullanılamaz hale geldi.




BU ACI, YAS VE TRAVMA ESASINDA HEPİMİZİN


1915’te, nüfusumuz henüz 13 milyondu.
Bu topraklarda 1,5–2 milyon Ermeni yaşıyordu. Trakya’da, Ege’de, Adana’da, Malatya’da, Van’da, Kars’ta… Samatya’da, Şişli’de, Adalar’da, Galata’da…
Mahalle bakkalımız, terzimiz, kuyumcumuz, marangozumuz, kunduracımız, yan tarladaki rençberimiz, değirmencimiz, sınıf arkadaşımız, öğretmenimiz, subayımız, emir erimiz, milletvekilimiz, tarihçimiz, bestekârımız… Arkadaşlarımızdılar.
Kapı komşularımız, dert ortaklarımızdılar. Trakya’da, Ege’de, Adana’da, Malatya’da, Van’da, Kars’ta… Samatya’da, Şişli’de, Adalar’da, Galata’da…
24 Nisan 1915’te “gönderilmeye” başlandılar. Onları kaybettik. Artık yoklar.
Çok büyük çoğunluğu aramızda yok. Mezarları bile yok.
“Büyük Felaket”in vicdanlarımıza yüklediği “Büyük Acı” ise olanca ağırlığıyla VAR.
95 yıldır büyüyor.Bu “Büyük Acı”yı yüreğinde hisseden bütün Türkiyeliler bu hafta sonu 1915 kurbanlarının anısı önünde saygıyla eğildi. Siyahlar içinde, sessizce.
Ve şöyle dediler, tüm saldırılara rağmen, tüm masumiyetleriyle
"Bu acı bizim acımız, Bu yas hepimizin"

15 Ocak 2010

ROLEX’İ OLMAYANLAR SOL CEPHE’YE



Fransa solu 14-21 Mart tarihleri arasında yapılacak yerel seçimler için biraraya geliyor. Birçok sol parti ve grubun katılımıyla oluşturulan ‘Sol Cephe’nin katılımcıları arasında Fransa Komünist Partisi (PCF), Sol Parti (Parti de Gauche) ve Sol İnsiyatif (Gauche Unitaire) önemli bir gücü temsil ediyor. Cephe’nin diğer katılımcıları arasında ise “Alternatifler”, “Fransız İşçilerinin Komünist Partisi” ve “Halk Eğitimi Siyasi Hareketi” gibi partiler bulunuyor.


Haftalar boyu süren uzun tartışma ve görüşmelerin ardından Sol Cephe’nin ilanını PCF Genel Sekreteri Marie-George Buffet, Sol Parti lideri Jean-Luc Mélenchon ve Sol İnsiyatif sözcüsü Christian Piquet yaklaşık dört bin delegenin önünde açıkladı geçtiğimiz günlerde. Fransız Komünist Partisi Genel Sekreteri Marie-George Buffet, Fransa Devlet Başkanı Sarkozy’nin Rolex marka saat koleksiyonculuğuna göndermede bulunarak, “Rolex’i olmayan herkesin” Sol Cephe’ye oy vermeye çağırdı.


Fransa’da solun diğer iki büyük grubu Sosyalist Parti (PS) ile NPA (Nouveau Parti Anticapitaliste Yeni Anti-Kapitalist Parti) ise Sol Cephe’de yer almıyor. Sosyalist Parti (PS), Yeni Anti-Kapitalist Parti (NPA) ile LO (Lutte Ouvriere, İşçi Mücadelesi) ayrı ayrı kendi listelerini oluşturacak.




5 Ocak 2010

2009'UN EN İYİ ALBÜMLERİ










Yeni yılın ilk aylarında geçen yıla dair en iyi albümler listesi yapmak adettendir. İşte bunlar da benim için geçen yılın en iyi albümleri (Yüzde 80’i kişisel beğenimlerim ve tüm yıl hayatıma eşlik eden albümlerin ağırlığından oluşan bir liste tabii bu)




DÜNYADAN



1

Bob Dylan

Together Through Time


2

Anouar Brahem

The Astounding Eyes of Rita


3

Simple Minds

Grafiti Soul


4

Cribs

Ignore The Ignorant



5

Editors

In This Light and on This Evening


6

Bruce Springsteen

Working On a Dream


7

Mark Knopfler

Get Lucky


8

Muse

The Resistance Real Proper



9

U2

No Line On The Horizon


10

Kings of Conveince

Declaration of Dependence




TÜRKİYEDEN



1

Göksel

Mektubumu Buldun Mu



2

Duman - Duman I & II


3

Bandista - De Te Fabula Narratur



4

Aydilge - Sobe



5

Redd

21



6

Fairuz Derin Bulut

Arabesk


7

Nil Karaibrahimgil

Nil Kıyısında



8

Birsen Tezer – Cihan



9

Bulutsuzluk Özlemi - Zamska



10

Bajar

Nez Be (Yaklaş)