18 Aralık 2009

HER LİNÇ İLE İNSANLIK BİRAZ DAHA ÖLÜYOR




Guatemala’da geçtiğimiz günlerde yaşanan linç olayını herkesin kanını dondurdu. Bir kadın hırsızlık yaptı diye önce çırılçıplak soyuldu sonra ise üstüne benzin döküp yakılmak istendi.
Türkiye Cumhuriyeti tarihi de linç olaylarıyla dolu benzer. Özellikle son yıllarda Kürtler, solcular ve eşçinseller üzerinde linç bir yıldırma aracı olarak kullanılıyor.

Linç, hiç bir adil yargılama olmadan insanları cezalandırma yöntemi. Ve de öldürücü bir ceza yöntemi. Sadece şeriat yönetiminlerinde değil en modern görünen rejimlerde bile görünen, insanlığın bittiği nokta. İnsanın kendini hukuğun yerine ve de üstüne koyması.
DTP’lilere ve bazı solcu gruplara karşı son yıllarda birçok kez linç girişiminde bulunuldu. Bugün de Oral Çalışlar Radikal’deki köşesinde son yıllarda yaşanan linç olaylarıyla ilgili şu bilgi dökümünü vermiş, aynen aktarıyorum:
- İzmir Seferihisar’e bağlı Ürkmez’i, dört yıl önce yangın yerine çeviren gerilimin sebebi basit bir park yeri kavgasıydı. Hatalı park eden araçtan biri Diyarbakır plakalı, araçtan çıkıp jandarma trafik eriyle tartışanlar Diyarbakırlı olunca, önce ‘PKK’lılar asker dövdü’ söylentisi yayıldı, ardından bütün belde 5 kişinin üzerine çullandı. Beş kişi, “Biz Kürt bile değiliz. Arapız” demelerine rağmen, linçten kurtulamadıkları gibi tutuklandılar da. Adliye binası önünde ve cezaevine götürülürken bir grup saldırgan onları linç etmeye kalkıştı. Kamera görüntülerine ve tanıklara rağmen linççilerden sadece bir kişi yargılandı, o da beraat etti. O beş mağdurun yargılandığı dava birkaç ay önce bitti. Mağdurların ikisi memura direnmekten mahkum oldu, üçü ise beraat etti. Tazminat isteme ya da AİHM’ye başvurma yönünde bir girişimde de bulunmadılar. Çünkü hala korkuyorlar.

- 6 Nisan 2005: Trabzon’da bildiri dağıtan TAYAD’lılar linç edilmek istendi.
- 12 Nisan: Sakarya’da, TAYAD’lılara yapılan saldırıları protesto için bildiri dağıtan beş genç, yüzlerce kişi tarafından linç edilmek istendi.
- 6 Eylül: Gemlik’te yapılması planlanan mitinge katılmak için Güneydoğu’dan yola çıkan otobüsler Bozüyük’te saldırıya uğradı, otobüslerdekiler yakılmak istendi, yüzlerce kişi yaralandı. - 25 Şubat 2006: İzmit’te bayrağı tekmelediği iddia edilen bir genç linç etmeye kalkışıldı.
- 8 Nisan: Isparta’da bildiri dağıtan gençlere PKK’lı oldukları iddiasıyla saldırıldı.
- 21 Mayıs: İzmir Kemalpaşa’da çıkan olaylar yüzünden 100 Kürt ilçeyi terk etmek zorunda kaldı.
- 29 Ağustos: Konya Bozkır’da bir Kürt işçi linç girişiminden son anda kurtarıldı, 25’i ilçe dışına çıkarıldı.
- 7 Eylül: Sakarya Akyazı’da fındık işçileri ‘Terörist Kürtler’ diye saldırıya uğradı. Gözaltına alınan, işçiler oldu.
- 5 Haziran 2007: Sakarya’da Ahmet Kaya tişörtü giyen iki işçi yüzlerce kişi tarafından linç edilmek istendi.
- 30 Aralık: Sakarya’da PKK’lı olduğu iddiasıyla gözaltına alınan 20 kişi muayene için götürüldükleri Erenler Sağlık Ocağı’nda linç edilmek istendi.
- 27 Nisan: Sakarya’da ‘Barış ve Kardeşlik Şöleni’ düzenleyen DTP’lilere saldırıldı, salonda bir kişi kalp krizi geçirerek öldü.
- 3 Eylül: Mersin Tepeköy’de şeftali toplamaya giden çoğu kadın 150 Kürt işçi, saldırıya uğradı.
- 1 Ekim: Balıkesir’in Altınova beldesinde gençlerin sataşmasıyla başlayan ve iki kişinin ölümüyle sonuçlanan kavganın ardından beldedeki Kürtlerin evleri ve işyerleri taşlandı, arabaları yakıldı.
- 19 Mayıs 2009: Sakarya Akyazı’da fındık işçilerine yönelik saldırıda bir işçi öldürüldü, ikisi ağır yaralandı.
- 15 Ekim: Sakarya Arifiye’de dolmuşta telefonda Kürtçe konuşan Halis Çelik, ‘Burası Türkiye Kürtçe konuşamazsın’ diye linç edilmek istendi.
- 13 Kasım: Tekirdağ Hayrabolu’da Kürtçe konuştukları için saldırıya uğrayan işçilerden ikisi ağır, altısı yaralandı.
- 22 Kasım: İzmir’de DTP konvoyuna yapılan saldırıda 20 kişi yaralandı. - 26 Kasım: Çanakkale Bayramiç’te 2 bin 500 kişi Kürtlere saldırdı.
En acısı da bu olaylara dahil olan linççilerin çok çok büyük bir bölümünün sorgulanmaması, tutuklanmaması ve yargılanmaması, ceza almamaları. Devlet de linçcileri koruyup kolluyor.

Bu coğrafyada linç bir kültür ne yazık ki, tarihsel kökleri de olan bir kültür(süzlük). Her linç olayında insanlık biraz da ölüyor.

25 Kasım 2009

MODERN VE UYGAR KENTİN HAVADA UÇUŞAN KALDIRIM TAŞLARI


İzmir’e yılın herhangi bir anında gittiğinizde ilk göze çarpan şey her mevsim her ay her gün şehrin her yerinde bayrakların asılı olduğudur. Adeta her günü 23 Nisan veya 29 Ekim gibi yaşar İzmir. Evet, kimsenin bayrak asmasına edecek lafımız yok, isteyen asar, isteyen asmaz. Ama bunu yılın her günü yapmak çok farklı ve üstünde durulması gereken bir ruh haline işaret ediyor.


İzmir’de Demokratik Toplum Partisi'nin konvoyuna yapılan saldırı çok düşündürücüydü, hem bu ülkenin hem de bu kentin geleceği adına. Evet DTP’nin de mutlaka hataları var, gerilla kıyafetli çocuklarla açık açık militarizm gösterisi yaptı DTP. Halbuki tam tersi barışın dili ve barışın kıyafetleri konuşulmalıydı. Ama barışın dilini konuşsa bile, bir düşünün buna İzmir’de izin verilir miydi?

İzmir'deki çok uzun süredir bir milliyetçi, ulusalcı ve ırkçı gerginlik var. Özellikle yaratılmış bir gerginlik bu. İzmir çok uzun zamandır adeta Trabzon’daki gibi gerginliğin her an büyük ve tehlikeli bir patlamaya teğet geçtiği bir şehir.

Tüm ülkelerde ve tüm büyük şehirlerde faşizm ve ırkçılık nasıl arttıysa İzmir’de de yıllar içinde aynı süreç yaşandı. Şehirde özellikle varoşlara Doğu’dan göç alındı. Orta sınıfın iyiden iyiye egemen olduğu bir şehirde evet alt düzey işleri yapacaklar Kürtler olacaktı tabii ki, orta sınıf ucuz işçi Kürtlere muhtaçtı, nasıl zamanında Almanlar Türkiye’den gelen ucuz işgücüne zorunluysa. Ve Kürtler İzmirlinin modern diye tanımladığı yaşam tarzına uyum sağlayamadı. Orta sınıf İzmirli korktu Kürtlerden. Yoksa hayat tarzını artık yaşayamayacak mıydı. Korku, her zamanki gibi ırkçılık ve faşizmi besledi. Ulusalcı faşizm, milliyetçi ve ırkçı örgütler, partiler, bu korkuyu ustaca kullandı. “Evinize Kürt temizlikçi almayın”, “Kürtlerden alışveriş yapmayın”..vb gibi çağrılar yapıldı ve cevap buldu. İzmir içinde adeta iç düşman gibi görülmeye başlandı Kürtler. MHP’nin en güçlü tabanının olduğu ve en fazla oy aldığı şehirlerden birinin İzmir olması bir tesadüf mü, ya da şovenist parti Genç Parti’nin büyük oranda oy alması.

DTP'lilere taş atanlar için küçük bir ülkücü gruptu deniyor ama görüntüler bunu yalanlanıyor. Sloganlara, atılan taşlara o gruplarla ilgisi olmayan birçok vatandaş katılıyor. Ortaçağda cadılara gösterilen haçlar gibi DTP’lilere karşı bayrak gösteriliyor.

İzmir, Türkiye’nin geri kalanından farklı bir yer değil, İzmir de herşeyiyle tam da bir Türkiye kenti. İzmir şu anda orta sınıf faşizminin en yaygın olduğu kent. Kadınların başının açık olması ve rahat bir yaşam tarzına sahip olması bir kenti uygar ve modern yapmaz. Bir kenti uygar yapan, modern yapan kozmopolitliği, farklılıklarla birlikte zenginlikleri yaşamasıdır. Bir kent eğer o kent içinde demokrasi da hüküm sürüyorsa moderndir.

İzmir, hızla bir Maraş, bir Çorum, bir Sivas olma yolunda ilerliyor. İzmir’de çok üzücü olaylar yaşanmadan bir an önce önlemler alınmalı. Bu ülkenin bir Maraş, Çorum veya Sivas faciası daha yaşamaya, yaşatılmaya, aynı oyunlara gelmeye hakkı yok.

19 Kasım 2009

ONUR ÖYMEN’E TEŞEKKÜRÜ BİR BORÇ BİLİRİZ


Onur Öymen, 1966-1968 yılları arasında NATO Dairesi’nde İkinci katiplik görevini yaptı. 1968’de Avrupa Konseyi Daimi Temsilciliği’nde İkinci katiplik, daha sonra da başkatiplik, Ankara’da Siyaset Planlama ve Avrupa Konseyi, daha sonra da Kıbrıs Dairelerinde Şube Müdürlüğü yaptıktan sonra 1974 yılında Lefkoşa Büyükelçiliği Müsteşarı ve 1997’de NATO Daimi Temsilciliği görevinde bulundu.
Yazıma Öymen ile ilgili bu bilgileri paylaşarak başladım ve NATO’nun altını özellikle çizdim ki, baştan sorgulanılsın günümüzde milliyetçilik, bağımsızlık, ulusalcılık gibi sözcükleri ağzından düşürmeyen Öymen’in tam bağımsızlık, antiemperyalizm gibi ilkelere sıkı sıkıya bağlı görüntüsü birazcık olsun sorgulansın.

Evet Öymen sakin konuşan, eğitimli, bir sürü yabancı dil bilen, Galatasaray Lisesi mezunu bir kişilik. Tam da Kemalist rejimin istediği tarz bir vitrin adamı. Geniş kitleleri aynı Bekir Çoşkun örneğinde olduğu gibi insansı yönüyle, güzel sevgi dolu yüzüyle, eğitimiyle etkileyecek bir figür. Ama tarih bize acı şekilde öğretti ki, birçok ülkede birçok faşist eğilimli politikacılar ve yazarlar da gayet nazik görüntülü insanlardı. Eğitimli ve birikimlilerdi. Ama o güzel yüzlerdeki ağızlardan insanlığa yakışmayacak sözler sarfedildi, akıl almaz yöntemler savunuldu. Aynı şekilde Öymen’in kutsal devletin bekası için; kadın, çocuk, yaşlı, genç demeden insanların katledilmesini doğru bir şeymiş gibi ve de üstelik günümüz için de bir çözüm gibi göstermesi gibi.


Ben Onur Öymen o talihsiz konuşmayı Meclis’te yaptığından beri ben Onur Öymen’e çok minnettar hissediyorum kendini, bu ülkenin gelecekteki demokrasisi için kaygılanan bir demokrat olarak. Dersim katliamını bir yöntem olarak öven ve öneren sözleri Öymen’in, bu ülkede hep halı altına süpürülmüş, Alevilerce bile görmezden gelinmiş bir katliamı tartışmaya açtı. Adı Tunceli diye değiştirilen bir bölgenin tarihini, acılarını yansıttı. Hem kendini hem partisini çıplak bir biçimde gösterdi herkese, zihniyetini deşifre etti tüm samimiliğiyle. Yalansız dolansız. Bizi Onur Öymen ve CHP hakikatiyle tekrar yüzyüze getirdi. Çünkü Öymen, anlık bir sinirle konuşmuyordu. Söyledikleri bilinçliydi. Ne düşünüyorsa ve istiyorsa ve düşlüyorsa onu söylüyordu.

Terörle mücadele adına bugüne kadar uygulanmadık hukuksal ve hukuk dışı bir yöntem kalmamışken, oluşan her barış ortamında tek çözümün silahta olduğunu düşünen zihniyetin fütursuzca dışavurumuydu bu. Öymen’in Meclis konuşması, Türkiye’nin kirli geçmişiyle ilişkisi açısından çok önemlidir. Ve de bu geçmişle hesaplaşması gereken kesimlerin başında gelen Alevilerin de artık bazı şeyleri farketmesi için. Tarihi çarpıtmak üzerine kurulu resmi politikaların sorgulanmasının yolunu açacaktır bu. Geçmişte yapılanların bugün de yapılabileceğinin kanıtını tüm topluma sunmuştur kendi ağzıyla Öymen.

Öymen, tercihini saklamıyor. Onu bu kadar samimi olabildiği için kutlarız. Günümüzde kaç politikacıda bu dürüstlük var ki. Beyefendi erkeklerin de, başı açık kadınların da sadece görüntüleri veya naziklikleriyle değerlendirilemeyeceğini göstermiştir Öymen. Öymen, hiç farkında olmadan ve de hiç istemeden bir tabunun yıkılması yolunda ilk kıvılcımı yakmıştır.

Bu ülkenin demokrasisinin geleceği için ona gönülden minnettarız. Teşekkürler Onur Öymen.

31 Ekim 2009

KARDEŞLİK KÖPRÜSÜ ZAP ÜSTÜNDE YENİDEN KURULUYOR


Edip Akbayram

Eşber Baba


Yasemin Göksu sahnedeyken salon ışıklarla süslendi


Kaybettiğimiz tüm devrimciler anısına saygı duruşu





1969 yılında 68 gençliği içinden bir grup, eğer gerçekten istenirse hayallerin gerçekleşebileceğini göstermek için Türkiye'nin en ucunda İran ve Irak sınırında bulunan Hakkari'ye gittiler ve Zap Suyu üzerine bir köprü inşa ettiler. Bu köprünün yapımı, Türkiye'nin doğusu ve batısı arasındaki eşitsizlilğin sembolü haline gelen İstanbul Boğaz Köprüsü'ne karşı yaratıcı bir protesto eylemiydi. Gençler, Hakkari'de yaptıkları köprüye "Devrimci Gençlik Köprüsü" adını verdiler. Köprü, 1999 yılında kimliği bilinmeyen kişilerce havaya uçuruldu.

Üniversite gençliğinin bölge insanına uzattığı kardeşlik eli bugünlerde “Barışa Köprü Ol” kampanyasıyla köprünün tekrar yapımını hedef alarak devam ediyor.

Dün gece Bostancı Gösteri Merkezi’nde şair Cezmi Ersöz’ün öncülüğünde aydınların ve Öğrenci Kolektifleri’nin düzenlediği “Barışa Köprü Ol” konserinde beş binin üzerinde insan bir araya geldik. Türk ve Kürt gençleri eğlenirken hep bir ağızdan da haykırdı: “Gençlik Barışa Köprü Olacak!”

Dayanışma gecesinde Haluk Çetin, Emin İgüs, Çiçek Yeşilbaş, Mazlum Çimen, Rojda, Moğollar, Bulutsuzluk Özlemi, Ferhat Tunç, Diyar, Yasemin Göksü, Emin Akbayram, İlkay Akaya gibi sanatçılar sahne aldı. Konserde ilk anlardan itibaren; “Gençlik barışa köprü olacak”, “Barış için anadilde eğitim”, “Denizlere sözümüz devrim olacak”, “Yaşasın halkların kardeşliği”, “Bijî biratiya gelan”, “Devrim şehitleri ölümsüzdür” sloganları atıldı.

Konserler arasında Hakkari Yüksekovalı iki gazeteci genç de salona seslendi. Hakkarili gençler bu girişimi çok olumlu bulduklarını ve Hakkari olarak projeye destek vereceklerini belirtti. Hakkari’nin uzatılan bu kardeşlik eline sımsıkı sarılacağını söyleyen gençler salondan büyük alkış aldı.

Halkların kardeşliği, özgürlük ve sosyalizm mücadelesinde tüm yitirdiklerimiz için saygı duruşunun da yapıldığı gecede, Ceylan Önkol, Güler Zere isimlerini sürekli zikredildi.
Gecenin öncüsü Cezmi Ersöz’ün konuşması da çok anlamlıydı, Ersöz’ün mesajı Baykal, Bahçeli, milliyetçilere ve ulusalcılaraydı. Ersöz, “Şaka değil, Denizler ‘Yaşasın Türk ve Kürt halklarının kardeşliği’ diyerek can verdiler, bizler de bu köprüyü başka gençler ölmesin diye yapıyoruz. Ankara’dan öteye geçmeyenler ahkam kesiyorlar, önce Diyarbakır’a gideceksiniz, Hakkari’ye gideceksiniz, Van'a gideceksiniz, öyle konuşacaksınız. Meydanı faşizme bırakmayacağız, o köprüyü yapacağız” dedi.

20 Ekim 2009

IBM'İN ÖNÜNDE SENDİKAL ÖZGÜRLÜK İÇİN EYLEM



Bugün IBM'in de bulunduğu Yapı Kredi Plaza önünde sendikal özgürlük için bir eylem düzenlendi. Çeşitli şirketlerde ve kurumlarda sendikal hakları için mücadele edenler de IBM'de yine aynı hak için mücadele ettikleri için türlü baskıya ve işten çıkarılmalara maruz kalan emekçi dostlarına destek için eylemdeydi. Eylemde IBM’in sendikal örgütlenmeye karşı tutumunu protesto etti.

Eyleme Sinter Metal, Entes, Kurtiş, Esenyurt Belediyesi, ATV,Yol TV, Hava İş, Desa, Katı Atık gibi birçok şirkette sendikal özgürlük için mücadele eden emekçiler destek verdi.

Sık sık sloganlarla kesilen eylemde yapılan basın açıklamasını özetleyelerek aktarıyorum:
IBM’in önünde buluşmamızın nedeni, IBM’in sendikal örgütlenmemize karşı devam eden yokedici tutumunu protesto etmek ve sendikal özgürlüklerimizin önündeki engelleri ortadan kaldıracak çözümleri oluşturmak kararlığımızdır. Biz IBM’ciler 1968 yılında kurulmuş Bil-İş sendikamızın bizlere verdiği güçle, haklarımızı aramak için tam 1.5 yıl önce yola çıktık. Bildiğiniz üzere yüzde 80 gibi bir çoğunlukla Tez Koop İş sendikamızda örgütlendik.

5 yıl boyunca çalışanlara ücret artışı yapılmaması, çalışanlar arasında ücret ve sosyal haklarda adaletsizlikler olması, özel emeklilik, sağlık sigortası gibi kazanılmış hakların sürekli olarak tırpanlanması ve ortadan kaldırılması gibi sebepler yüzünden yola çıktık. Bizleri vasıflaştırarak ve taşeronlaştırarak üzerimizden daha fazla para kazanma hedeflerine engel olmak için.

IBM’in bizleri köleleştirme arzusu, aydınlanmamıza, Toplu Sözleşme ve grev hakkı olan birsendikada örgütlenmemize vesile oldu. 12 Eylül yasalarından istifade eden IBM yönetimi, örgütlenmemizin önünü kapamak için yasal ve yasal olmayan her türlü adımı attı.

Sürecin en başında sendika üyeleri tek tek evlerinden arandı. Kariyer ve para havuçları verildi. İnsan kaynakları yöneticiliğine bir ilaç şirketinden yönetici atadılar. Yurtdışından sendika yok edici yöneticiler getirildi. Sendikayı destekleyen üst düzey yöneticiler işten çıkarıldı. Sendika temsilcileri işten çıkarıldı.

IBM’in sendika düşmanlığı devam ediyor. Üç ay önce kendi çalışanlarını taşeronlaştırmak için yeni bir şirket kurdular. Sendikal üyelikleri bitirmek için çalışanların bir kısmını zorla bu şirkete geçirdiler. İki hafta önce de taşeronlaştırmak maksadıyla kurdukları şirkete geçirdiği çalışanlar üzerine baskı uygulayarak sendikadan istifaya zorladılar. IBM bu yaptıklarıyla sırtından milyonlarca dolar kazandığı çalışanların iradesini yok saymaya devam ediyor. Gelişmiş tüm ülkelerde sendikalara ve sendikalaşmaya açık olan ve herhangi bir engellemede bulunamayan IBM, bizler Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olduğumuz için, bir Alman veya Fransız olmadığımız için sendikal özgürlüğümüze ipotek koyuyor. Başlattığımız yargı süreci devam ediyor.

Ofis çalışanı olduğumuz, IBM’in iddia ettiği gibi bir belediye işçisi olmadığımızın yargıda ispatlanması 15 ay sürdü.

Ama bizler yılgın değiliz ve asla da yılgınlardan olmayacağız.

17 Ekim 2009

BİR AN ÖNCE SOL'A DÖNÜN / TURN LEFT IMMEDIATELY


İstanbul Bienali'nden (Foto: Selin Bilgiç)

2 Ekim 2009

4 EKİM DÜNYA HAYVAN HAKLARI GÜNÜ


Dünyanın birçok farklı ülkesinde faal durumda olan Hayvanları Koruma Dernekleri, 1931 yılında biraraya geldikleri 4 Ekim gününü, "Dünya Hayvan Hakları Günü" olarak kabul etti. Yıllar sonra, 21–23 Eylül 1977'de Uluslararası Hayvan Hakları Birliği ve ona bağlı ulusal birlikler tarafından Londra'da Hayvan Hakları konusunda düzenlenen bir uluslararası toplantıda, "Hayvan Hakları Evrensel Bildirgesi" kabul edildi. Bu bildirge, 15 Ekim 1978 tarihinde de Paris'te UNESCO Evi'nde törenle tüm dünyaya duyurulup ilan edildi.Türkiye'de Hayvan Hakları konusunda ilk kez 2004 yılında bir çalışmaya tanık olundu. "AB Uyum Yasaları" kapsamında hazırlanan ve hayvan hakları savunucularının "Makyaj yasası" olarak nitelendirdiği 5199 sayılı Hayvanları Koruma Kanunu pek çok eksiği ile 24 Haziran 2004'te TBMM'de kabul edilerek yürürlüğe girdi.

Bu 4 Ekim’de 15 Ekim 1978'de Paris UNESCO evinde ilan edilen Hayvan Hakları Evrensel Bildirgesi’ni tekrar hatırlayalım.

» 1. Bütün hayvanlar yaşam önünde eşit doğarlar ve aynı var olma hakkına sahiptirler.
» 2. Bütün hayvanlar saygı görme hakkına sahiptir. Bir hayvan türü olan insan, öbür hayvanları yok edemez. Bu hakkı çiğneyerek onları sömüremez. Bilgilerini hayvanların hizmetine sunmakla görevlidir. Bütün hayvanların insanca gözetilme, bakılma ve korunma hakları vardır.
» 3. Hiçbir hayvana kötü davranılamaz, acımasız ve zalimce eylem yapılamaz. Bir hayvanın öldürülmesi zorunlu olursa, bu bir anda, acı çektirmeden ve korkutmadan yapılmalıdır.
» 4. Yabani türden olan bütün hayvanlar, kendi özel doğal çevrelerinde karada, havada ve suda yaşama ve üreme hakkına sahiptir. Eğitim amaçlı olsa bile özgürlükten yoksun kılmanın her çeşidi bu hakka aykırıdır.
» 5. Geleneksel olarak insanların çevresinde yaşayan bir türden olan bütün hayvanlar uyumlu bir biçimde türüne özgü yaşam koşulları ve özgürlük içinde yaşama ve üreme hakkına sahiptir.
» 6. İnsanların yanlarına aldıkları bütün hayvanlar doğal ömür uzunluklarına uygun sürece yaşama hakkına sahiptir. Bir hayvanı terk etmek acımasız ve aşağılık bir davranıştır.
» 7. Bütün çalışan hayvanlar iş süresi ve yoğunluğunun sınırlandırılması ve güçlerini artırıcı bir beslenme ve dinlenme hakkına sahiptir.
» 8. Hayvanlara fiziki ya da psikolojik bir acı çektiren deneyler yapmak hayvan haklarına aykırıdır. Tıbbi, bilimsel, ticari ve başkaca biçimlerdeki her türlü deneyler için de durum böyledir.
» 9. Hayvan beslenmek için yetiştirilmişse de bakılmalı, barındırılmalı, taşınmalı, ölümü de acı çektirmeden ve korkutmadan olmalıdır.
» 10. Hayvanlardan insanların eğlencesi olsun diye yararlanılamaz, hayvanların seyrettirilmesi ve hayvanlardan yararlanılan gösteriler hayvan onuruna aykırıdır.
» 11. Zorunluluk olmaksızın bir hayvanın öldürülmesi yaşama karşı suçtur.
» 12. Çok sayıda yabani hayvanın öldürülmesi demek olan her davranış bir soykırım, yani bir suçtur.
» 13. Hayvan ölümüne de saygı göstermek gerekir. Hayvanın öldürüldüğü şiddet sahneleri sinema ve televizyonda yasaklanmalıdır.
» 14. Hayvanları koruma ve savunma kuralları, hükümet düzeyinde temsil olunmalıdır. Hayvan hakları da insan hakları gibi yasayla korunmalıdır.

23 Eylül 2009

YOUTUBE’A ÜÇ KARDEŞ GELDİ


Türkiye’de internet sansürü rezaleti devam ediyor tüm hızıyla. Şimdi de günlerdir lastfm, myspace ve akilli.tv siteleri erişime kapalı. Beyoğlu Başsavcılığının 26 Haziran'da aldığı bir kararın gereği olarak internet kullanıcılarının erişimine kapatılan her üç siteye de erişmek isteyenler, "Bu siteye erişim mahkeme kararıyla engellenmiştir. T.C. Beyoğlu Cumhuriyet Başsavcılığı'nın 26.06.2009 tarih ve 2009/45 sayılı kararı gereği erişime kapanmıştır" mesajıyla karşılaşıyorlar. İşin ardında MÜYAP’ın olduğu belirtiliyor.

Üç sitenin ortak noktası müzik ağırlıklı paylaşım siteleri olmaları. Aynı Youtube’daki gibi yine pire için yorgan yakılma durumu var. Bu sitelerde klipleri ve şarkıları izinsiz yayınlanan hak sahipleri, içerik sağlayıcısından üç gün içinde içeriklerin veya müzik dosyalarının siteden kaldırılmasını talep ettiler. Ve kaldırılmayınca Cumhuriyet savcısına başvuru yaparak servis sağlayıcılarına erişin engeli getirilmesini talep ettiler. Geçmişte de blogspot ve youtube gibi siteler de benzer yöntemlerle erişime kapatılmıştı.
Oysa ki bu sitelerin amacı illegal yayın yapmak veya korsan yayını teşvik etmek değil ki. Birer ticari şirket olan bu sosyal paylaşım ağlarını kesinlikle ve kesinlikle erişime kapatmamak lazım.
Yasak özellikle sesini bu siteler aracılığıyla duyurabilen binlerce genci ve yeteneği de vuruyor ve vuracak. İyi birşey yaptığını sanan MÜYAP, esasında sanatın paylaşılmasına ve geniş kitlelerle buluşmasına engel oluyor.
Son olarak da, Denizli 2. Sulh Ceza Mahkemesi, 24 Haziran'da aldığı "tedbir amaçlı" bir kararla, Google'ın kullanıcıların kendi web sitelerini yapabilmelerini sağlayan hizmeti GoogleSites sitesine erişimi yasaklamıştı. Karar Google Sites'ın içerdiği tüm web sitelerini kapsamıştı.

23 Kasım 2007'den, 11 Mayıs 2009'a kadar geçen sürede 2601 site erişime kapatıldı. Youtube.com 5 Mayıs 2008'den beri kapalı. Wordpress.com, geocities.com, myspace.com, DailyMotion.com, alibaba.com gibi milyonlarca insanın üye olduğu siteler de kapatmalardan nasibini almıştı.

Türkiye’nin kara internet özgürlüğü sicili daha da kararıyor ve de kararacağa benziyor ne yazık ki. Hülya Avşar’a bile halkı kin ve düşmanlığa teşvik ettiği nedeniyle dava açılan bir ülkede herşeyin düzeleceğine dair umut beslemek imkansız gibi.

12 Eylül 2009

12 EYLÜL HALA DEVAM EDİYOR


O günden beri değiştirilmeyen anayasasıyla...

Yargılanmasını talep etmenin “netekim” hala suç olduğu darbeci generaliyle...

Darbeyle asıl amaçlanan şey olan ve ustaca yıllar içinde inşa edilen vahşi kapitalist sistemiyle

O günlerden başlayarak sola karşı kullanılan islami hareketlerin bugünkü uzantısı sahte demokrat AKP’siyle

O günlerden tek farkı beyaz çoraplarını çıkarmak ve ülkücü bıyığını kesmek olan MHP’siyle

Geçmişin sözde solcusu, şimdileride geçmişte onlara işkence edenlerle ittifak içinde olan, bugünün özde faşisti, demokrasi düşmanı ulusalcılarıyla,

Milliyetçiden milliyetçi CHP’siyle, sosyal demokratıyla(!)

Şimdilerde Silivri’de olan günümüzün darbe sevdalıları ve darbecileriyle

Her türlü demokratik gelişimin önünde duran TSK’sıyla

Demokrasiyi, hoşgörüyü, eşitliği özümsememiş halkıyla

12 Eylül hala devam ediyor. Ve de görünen o ki, yıllarca devam edecek.

Gelmiş geçmiş belki de en başarılı olmuş darbedir 12 Eylül. Hiçbir darbe, istediği halkı, partileri, gençliği, orduyu bu derece ustaca ve başarılı şekilde inşa edememiştir ne yazık ki. Bu onur(suzluk) ve şeref(sizlik) 12 Eylül darbecilerine aittir.

8 Eylül 2009

HİÇ ÖLÜLER İSTATİSTİK KONUSU OLABİLİR Mİ? ONLAR İÇİN OLUYOR İŞTE.


Resmi ideolojinin Türkiye’de Kürt sorunu için ezelden beridir söylemi, “Biz bu vatanı hep beraber kurduk”dur. Ulusalcı ve Kemalist kesim arasında da bu söylem sıkça kullanılageldi yıllar boyunca. Ama son günlerdeki açıklamalar, tartışmalar, beyanlar gösteriyor ki, artık bu kesim içinde bu söylem terkediliyor. Hatta bu vatanın beraber kurulduğu inkar ediliyor, yalanlanıyor.
“Defolsunlar gitsinler Kuzey Irak’a, ama bunlar oraya da gitmez burayı bırakıp, bu ülkede Cumhurbaşkanı bile oluyorlar” gbi hiçbir dayanağı olmayan söylemler artık şiddetini iyiden iyiye artırıyor.

Bu ruh hali, bazı isimleri ön plana çıkarıyor. Osman Pamukoğlu gibi. Onu ilk Kanaltürk’te (Kanaltürk’ün sahibi Tuncay Özkanken, yandaş medya iken değil tabii) görmüştüm. Ağzım açık şaşkınlıkta izlemiştim. Yakacağız, yıkacağız, bomba atacağız, başka çözüm yok diye özetleyebileceğimiz görüşleriyle Kürt sorununu yorumluyordu.

Pamukoğlu, emekli bir Tümgeneral. 1993-95 döneminde Hakkâri Dağ Komando Tugayı"nı yönetmiş. Sonra yazdığı kitaplar çok sattı. Ulusalcı kesim içinde bir fenomen oldu.. Pamukoğlu son dönemde bir siyasal parti de kurdu, yurt çapında örgütleniyor.

Osman Pamukoğlu ART televizyonunda bir haritayı açıkladı. “Beraber kurduk biz bu ülkeyi, Çanakkale"de, Kurtuluş Savaşı"nda beraber savaştık” söylemini yalanlıyordu. Elindeki belgeler, savaşlardaki şehit istatistikleriydi. Güneydoğu’dan bu savaşta ölenlerin oranı yüzde 2 imiş. O bölgeden 585 kişi şehit olmuş. Yani bu vatanı beraber kurmadık, biz Türkler kurduk, biz Türkler öldük diyor Pamukoğlu. “Çanakkale"de Alman taburları, Arap taburları da bizle savaştı, onları da kendimizden mi sayacağız beraber savaştık diye, bu vatanda hak iddia edemez kimse” diyor Pamukoğlu.

Çanakkale şehitlerini etnik gruplara göre bölüp, bunun üzerinden siyasal propaganda yapmak nasıl bir siyaset anlayışıdır, nasıl bir insanlık anlayışıdır bunu anlamak mümkün değil gerçekten. Ölüler, şehitler üstünden siyadet yapılmaz, ölüler birer istatistik değildir. Ama gözünüzü askeri ideolojiden, askerlikten başka birşey görmüyorsa, insanlar birer can değil birer istatistiktir.

20 Ağustos 2009

ATI ALAN ÜÇÜNCÜ KÖPRÜYÜ GEÇTİ Mİ YOKSA?




CHP İstanbul İl Başkanı Gürsel Tekin, Ankara’da Başbakan Erdoğan’ın bilgisiyle hazırlandığı konuşulan 3. köprünün güzergâhını açıkladı iki gün önce, Belediye Başkanı Kadir Topbaş da bunu doğruladı.
Tekin, köprünün geçeceği arazilerin el değiştirdiğini söyleyerek, bu arazi sahiplerinin açıklanmasını istiyor.


Hazırlanan projeye göre 3. köprü yolu en batıda Silivri Kınalı’dan başlıyor. Bölge orman arazisi. Bölgedeki su havzalarının tehlike altında olduğu açık. Geniş halk kitleleri köprü projesinin bazı kesimlere rant sağladığını düşünecek. Güzergah üstünde Bahçeşehir üzerinden Sazlıdere Havzası, Kemerburgaz, Alibeyköy havzaları ile Fatih ormanları ve Belgrad ormanları da var. Plana göre 3. köprü Avrupa yakasında Tarabya Oteli’nin üzerinden Anadolu yakasında Beykoz’daki Devlet Su İşleri arazisi ve Marmara Üniversitesi arazisini içine alan bölge arasında yapılacak.


Tekin, Büyükçekmece. Çatalca ve Hadımköy bölgelerinde bir çok arazinin kısa süre önce el değiştirdiğini iddia ediyor. Son zamanlarda kulaklarımıza bu tür şeyler daha sık gelmeye başladı.
Son bir yıl içerisinde el değiştirmiş araziler varsa bu önemli kuşkuları da beraberinde getirecek.

Proje Sabiha Gökçen Havalimanı çevresini de içine alacak. Son dönemde özellikle Akfırat’ta birçok arazinin el değiştirdiği iddia ediliyor.

Birgün Gazetesi çok önceden, 10 Temmuz 2009'da "3. köprü yargıdan geçecek" başlığıyla yayımlanan haberde 3. köprü projesinin bazı semtlerdeki arazi satışlarını patlattığına dikkat çekmişti. Haberde görüş veren İnşaat Mühendisleri Odası İstanbul Büyükkent Şube Başkanı Cemal Gökçe, "İstanbul'un akciğerleri imara açılarak zenginlere peşkeş çekilecek hatta daha şimdiden o araziler kapatıldı bile." demişti ve Birgün şu notu düşmüştü: "Emlak kulislerindeyse bağlantı yollarıyla beraber 2.5 milyon dolara mal olacağı tahmin edilen 3. köprünün güzergahı ihtimalleri dahi arsa fiyatlarını tırmandırdı. Örneğin; Üçüncü köprünün çevre yolunun güzergahında yer alan Çatalca, arsa yatırımcılarının tercih ettikleri ilk yerlerin başında geliyor. Birkaç yıl öncesine kadar metrekaresi 5-10 TL arasında olan imarsız arsaların fiyatının, bugün 40-50 TL'ye kadar çıktığı belirtiliyor. Köprünün yapılmasıyla birlikte bu rakamların daha da artacağı bekleniyor. Çatalca’nın köylerinde son birkaç yıldır ucuza arsa toplayan spekülatörler, şimdi beklemede çünkü yerine göre metrakare arsa fiyatinın 100 TL'yi bulduğu söyleniyor."

Üçüncü köprü ile ilgili şüpheler var. Başlıca şüpheler şunlar;

- Şimdiden bağlantı yollarının yapımı ile yok olmaya başlayan kuzey ormanlarını kaybolacak,
- Yaşam kaynağı olan suyun ve havzaları yok olacak,
- On binlerce İstanbullunun evsiz kalacak, barınma hakkı gasp edilecek,
- Kent içi trafiğin çözümü değil, trafik çilesinin daha da artmasına neden olacak.
- Üçüncü köprüyle bağlantı yolları üzerinde projeleri hazırlanmış şekilde bekleyen çok sayıda büyük alışveriş merkezi var. Bu özellikle Beykoz ve Sarıyer'deki esnafların dükkânlarına kilit vurmasına neden olabilir.






BAŞKA BİRÇOK SEÇENEK VARKEN NİYE?





Hayvan hakları savunucuları protesto için bu Pazar günü Taksim’deler. Protesto sebepleri ise Samatya’da açılacak Hayvan Deney Merkezi.


Günümüzde dünyanın birçok ülkesinde artık sağlıklı netice vermediği için terk edilen hayvan deneyleri, dünyadaki gidişatın tersine Türkiye'de değer görmeye başladı. Bunun son örneği İstanbul Samatya Eğitim ve Araştırma Hastanesi'nde yaşanıyor. Hastane bünyesinde "Hayvan Deney Merkezi" açılacak.

Hayvan deneylerine karşı çıkan hayvan hakkı savunucuları Taksim Meydanı’nda Hayvan Deney Merkezi'ne Hayır diyecekler.

Gün: 23 Ağustos Pazar 2009
Yer: Taksim Meydanı (Valilikten gösteri için izin alınmış
Saat: 13.00-14.30
Niye Deneye Hayır?


Binlerce tıp otoritesi, açıkça ya da üstü kapalı olarak; hayvanlar üzerindeki deneylerin (genellikle dirikesim olarak adlandırılıyor) faydasız olmakla kalmayıp, tıp bilimine de zarar verdiğini belirtiyor. Hayvan deneyleri zaten kısıtlı olan kaynakların boşa harcanmasına, tıp alanında kaydedilebilecek gelişmelerin ve keşfedilebilecek yeni tedavi yöntemlerinin gecikmesine, dolayısıyla hasta insanların daha uzun süre acı çekmelerine ve bu hastalıklardan ölüm oranlarının artmasına sebep oluyor. Hayvan deneylerinden elde edilen bilgilere dayanarak uygulanan yanlış ilaç tedavileri yaralanma ve ölümle sonuçlanabiliyor.

2005’te yapılan bir araştırmaya göre bilimsel araştırmalarda kullanılan hayvan sayısı 115 milyon. Bu rakam hayvanlarla alakalı olarak yürütülen bir araştırmanın resmi sonuçlarına dayanıyor.
Tüm dünyada 1 saniye içinde deney laboratuarlarında en az 22 hayvan ölmekte. İngiltere’de ise her 5 saniyede bir hayvan deneylerde hayatını kaybediyor.

Laboratuarlarda kullanılan hayvanlar, hayatları boyunca metalden ya da plastikten yapılmış küçük kafeslerde tutuluyor, kimileri ise bütün yaşamını bir sandalyeye bağlı acı içinde ölümü bekleyerek geçiriyor. Beyinleri açılıyor, gözleri oyuluyor, yakılıyorlar her gün ölümün kurtarıcı anını bekleyerek bir yaşam sürüyorlar.

Hayvan deneylerinin tıbbi açıdan gereksiz ve insani olmadığı kanıtlandıktan ve kamuoyunda bu konuda yapılan bilinçlendirme çalışmalarından sonra pek çok firma artık hayvan deneylerine son vermeye başlamış durumda.

Ürünlerini hayvanlar üzerinde test etmeyen firmalardan bazıları şunlar: Nivea, Avon, Evyap, Komili, Anway, Oriflame, Tommy Hilfiger, Abercrombie, lush, Clinique Laboratories, Estée Lauder ve Body Shop.

Liechstein ve San Marino gibi birkaç ülke de hayvan deneylerini tamamen yasaklayan ülkeer.

1997’de PETA, İngiltere’de Huntingdon Life Sciences (HLS) kuruluşuna girerek çok çarpıcı görüntüler kaydetti. HLS, Avrupa’daki en büyük hayvan deneyleri kuruluşu. Görüntülerde görülen şey ise yavru köpeklerin yediği yumruklar, hayvanlara bağıran görevliler, kan örneği alınırken hayvanlarla cinsel ilişkiye giriyormuş gibi davranan çalışanlar oldu. Görüntülerde kaydedilmiş çalışanlar işten anında atıldı, cezaya da çarptırıldılar. HLS’ nin hayvan deneyleri yapması 6 ay boyunca askıya alındı. Gizli kamera görüntüleri 1997’de İngiliz televizyonlarında yayınlandı. Bu görüntülerin yarattığı infialin bir sonucu da SHAC’ ın kurulması oldu.
Hayvanlar üzerinde güvenli bulunduğu için piyasaya sürülen 200.000’in üzerindeki ilacın pek çoğu insan sağlığı üzerindeki etkilerinden dolayı yasaklanmış ya da piyasadan geri çekildi.

Hayvanlar üzerinde yapılan deneylere göre, limonata ölümcül derecede zehirli; arsenik, ağıotu ve botulin ise güvenli bulunmuş.

Günümüzde teknolojinin ilerlemesiyle birlikte cansız dokular üzerinde uygulanan hücre kültürü teknikleri ve bilgisayar simülasyonlarda yapılan deneyler çok daha güvenli ve başarılı sonuçlar elde etmeye başlanılmış. Klinik çalışmalar, in vitro araştırmalar, otopsi, pazarlama sonrası gözlem, bilgisayarda modelleme, epidemoloji ve genetik araştırmalar insanlar için tehlike arz etmeyen ve doğru sonuçlar veren seçenekler.

24 Temmuz 2009

SANSÜRÜN KALDIRILIŞININ 101. YILDÖNÜMÜNDE SANSÜRCÜ BİR ÜLKE PORTRESİ






Bugün sansürün kaldırılışının 101. yıldönümü. Dile kolay tam 101 yıl. Normalde bu kadarlık bir sürede, büyük dönüşümler gerçekleşmesi gerekirken, Türkiye’de sansür konusunda ne yazık ki çağın çok çok gerisinde bir durum sözkonusu. Türkiye’de hala Sansür Her Yerde. Yasaklar Her Yerde.

Cezaevine mizah dergisi sokmak yasak. (yakında yabancı dilde yayınların sokulmasının yasaklanması da gündemde). Vicdani reddi savunmak yasak. İnternette farklı görüşleri savunmak yasak. Kürt sorununu özgürce tartışmak yasak. Ermeni konusunu özgürce tartışmak yasak. Orduyu ve Başbakanı eleştirmek yasak. Yasak da yasak. Ve bunları dillendirince cellatların ortaya çıkardığı silah her zaman aynı: Sansür.
Yazan, düşünen, sorgulayan insanlar bu ülkede sansüre uğruyor, öldürülen, öldürtenler, katledenler, darbeciler değil onlar yargılanıyor.
"Dink Cinayeti ve İstihbarat Yalanları" kitabı nedeniyle gazeteci Nedim Şener için 28 yıl isteniyor. Dink’i öldürdüklerini sırıtarak anlatanlara ise 10 yıl civarında hapis isteniyor.
Resmi bir Kürtçe devlet kanalı varken Türkiye'de cezaevinde, seçim meydanında Kürtçe konuşmak hala yasak. Yerel medyaya Kürtçe yayın engelleri bulunuyor.
Terörle Mücadele Yasası'na (TMY) dayanarak muhalif gazeteler bir aylığına susturuluyor sürekli. Bu zamanla bir döngü haline geliyor, gazeteler farklı farklı isimlerile yine çıkıyor, sonta yine kapatılıyor.
Bağımsız İletişim Ağı (BİA) Medya Gözlem Masası'nın 1 Mayıs'ta yayımladığı Medya Gözlem Raporu, Ocak-Şubat-Mart aylarında 60'ı gazeteci toplam 110 kişinin 70 dava kapsamında hapis veya tazminat istemiyle yargılandığına işaret ediyor.
“Allah'ın Kızları” romanının yazarı Nedim Gürsel, daha 25 Haziran'a kadar, "dini değerleri aşağıladığı" ve "halkı kin ve düşmanlığa tahrik ettiği" iddiasıyla hapisle yargılanıyordu.
Evrim Teorisinin savunucularından Richard Dawkins'in "Tanrı Yanılgısı" adlı kitabını Türkçe'ye kazandıran Kuzey Yayınları sahibi Erol Karaaslan'ı 17 Temmuz'a kadar sanıktı. Daha önce aynı davadan beraat ettiği anlaşılınca davası düşürüldü.
İrfan Karaca'nın Berçem Yayınları'nca çıkarılan "Ape Musa'nın Generalleri" kitabına açılan davada da 1 yıl 3 ay hapis cezası çıktı.
Vicdani retçi Mehmet Bal'a destek verdikleri için birçok vicdani red hakkı savunucusu hala hapisle yargılanıyorlar.
Britanyalı kolaj sanatçısı Michael Dickinson, Başbakanı Erdoğan'ı eski Amerika Birleşik Devletleri Başkanı George W. Bush'un köpeği şeklinde tasvir ettiği için bir daha tutuklanmamak için, Yargıtayın bozma kararını öğrenir öğrenmez 23 yıldır yaşadığı Türkiye'yi terk etti.
Siirt'te öğretim üyelerini eleştirdiği için mahkum edilen Siirt Mücadele gazetesi sahibi Cumhur Kılıççıoğlu'nun tek umudu Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi oldu.
Bursa 1. Sulh Ceza Mahkemesi, üniversite harçlarını protesto ederken Başbakan için "Ampul Tayyip" sloganı atan Halkevleri üyesi sekiz kişiyi hapisle yargıladı; sonunda beraat ettirdi.
Bunlar sadece bazı örnekler, yüzlerce benzeri hikaye var.

Sansürün kaldırılışın 101. yılında sansür, medya ve onun temsilcilerinin ötesinde toplumun çok çeşitli kesimlerini hedef alıyor. Bir toplumun geleceğini, özgürlüğünü, bağımsızlığını da.

ONSUZ İYİLER HEP BİR KİŞİ EKSİK OYNAYACAK


Yukarıda başlık Bağış Erten’in bugün Radikal Gazetesi’ndeki köşeyazısının başlığından. Gerçekten sevgili Vedat Okyar'ın, Vedat Baba’nın ölümü ardından yaşanılan hissi tarif etmek için en uygun cümlelerden biri olmuş Erten’in attığı başlık.

Türkiye’de ölen insanın ardından genelde kötü konuşulmaz. Hayatında insanlara binbir acı çektirmiş olsun, bir neslin korkulu rüyası olmuş olsun farketmez. Ölüm sanki ona, onun kirli geçmişine bir meşruluk kazandırır. O yüzden biraz zordur ölüm ardından yazılan yazıların, yapılan yorumlarına samimiyetine inanmak. Ama sanırım Vedat Okyar için bu geçerli olmadı. Hayattayken nasılsa, onun için nasıl konuşuluyorsa, ölümü ardından da öyle konuşuldu. Ne mutlu ona.

Bütün gazeteler adeta birbirinden haberdar olurcasına aynı başlığı attı: “Güzel insan”. Gerçekten güzel insandı.
Onu yüzyüze tanımasak bile samimiyetini, insanlığını farkettiriyordu yazılarında, konuşmalarında. Futbol dünyasında ender bulunacak bir insandı, alabildiğine kirlenmiş futbol dünyasında en fanatiğin bile saygınlığını kazanması şaşırtıcı değildi o yüzden.
Evet, alabildiğine Beşiktaşlıydı. Ama onunki bir Selçuk Yula Fenerbahçeliliği gibi değildi. Farklı bir sevgiydi, aşktı onunki. İçinde şefkati de eleştiriyi de sorgulamayı da yanlış bulduğunu cesurca söylemeyi de barındıran bir Sevda.

Sadece futbol dünyası için değil tüm spor, ekonomi, iş ve siyaset dünyası için de örnek alınması gereken bir insan Vedat Okyar. O yüzden de hiç unutulmamalı, unutturulmamalı.

9 Temmuz 2009

ÜLKENİN UTANÇ TARİHLERİNDEN BİRİ: TEMMUZ 1980 ÇORUM KATLİAMI







Bu ülkenin utanç tarihlerinden biridir Temmuz 1980. Aynen yine bir Temmuz günü yaşanan Sivas katliamı gibi. Temmuz 1980, Çorum’da ülkücülerin yaptığı büyük katliamın tarihidir.
Çorum olayları, 57 Alevi ve sol görüşlü yurttaşın ölümü ve yüzlercesinin yaralanmasıyla sonuçlanır.
Olaylardan hemen önce Mayıs ayında Çorum Emniyet Müdürü Hasan Uyar görevinden alınarak yerine Tunceli'de görev yapmış olan Nail Bozkurt atanır. Milli Eğitim Müdürlüğü'ne MHP'li Fethi Katar getirilir. Çorum valiliğine Rafet Üçelli atandı. 40'a yakın polis memuru başka illere nakledilir.
1980 yılındaki 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı kutlama hazırlıkları sırasında kızların kıyafetleri bahane edilerek şu bildiri dağıtılır.
"Müslüman namusuna sahip çık""
19 Mayıs gösterileri adı altında yine namus bacılarımızın iffet ve hayasına kahpeçe ve haince saldıracak bir gün geliyor. Yüreklerimizi parçalıyor, içimize kan akıtılıyor. Yine müslüman evlâdı kan ağlamaya kafir düzen tarafından soyularak, en müstehcen ve kepaze kılıkta teşhir edilecektir. Bin yıllık mübarek tarihimize bundan büyük bir leke sürülebilir mi? Kurtuluş Savaşında namusunu Yunan eli kirletmektense ölmeyi tercih eden mübarek ninelerimizin kemikleri sızlamaz mı? Ey müslüman, düşün, süngüyle ama karnında çocuk çıkarken zihniyetle bu zihniyetin farkı ne? Namazını kıl, orucunu tut yeter; karışan mı var diyen gafil müslüman sen de düşün... Düşün ki, haddini bilmeyenlere bildirelim hadlerini. Şu haris-i Şerifi asla unutma, haksızlık karşısında susan, dilsiz şeytandır. Ne mutlu canı ile, kanı ile, malı ile CİHAD edenlere..."İslâmcı Gençlik
İslamcı ve ülkücü güçler, halkı tahrik etmeye günler öncesinden başlamıştır. Milliyetçi Hareket Partisi'nin (MHP) önde gelen isimlerinden Gün Sazak 27 Mayıs 1980'de kimliği belirlenemeyen kişiler tarafından öldürülür. İşte bu cinayet, Çorum'da gerginliği iyice artırır. Alevi ve Sünni mahalleleri arasında barikatlar kurulur. Sokağa çıkma yasağına karşın, çatışmalar olur.
Bu suikasti protesto etmek üzere ülkenin farklı yerlerinde eylem yapan MHP taraftarı ülkücülerin gösterileri şiddet olaylarına dönüşür. Çorum’un en işlek caddesinde, çoğunluğu çocuk ve gençlerden oluşan ülkücüler “kanımız alsa da zafer İslâmın, kana kan, intikam” sloganlarıyla yürüyüşe geçerler. Cadde üstündeki çok sayıda dükkân zarar görür. Çorum'daki gösteriler sırasında da TÖB-DER üyesi bir öğretmen ülkücüler tarafından öldürülür. Kentin çevre il ve ilçelerle bağlantıları göstericiler tarafından kesilir. Alevilerin ve solcuların,göstericilere karşılık vermeye başlaması üzerine, olaylar çatışmaya dönüşür ve askeri birlikler bölgeye müdahale eder.Mayıs ayında yaşanan bu gerginlik askeri müdahaleye karşın devam eder.
1 Temmuz sabahı yine bazı mahallelerde halkı komünistlere, Alevilere ve solculara cihata çağıran bildiriler dağıtılır. Sol çevreden ve Alevi önde gelenleri arasından pek çok kişi gözaltına alır. Aynı saatlerde Alevi mahallelerinde halkın üzerine ateş açılır ve evler ateşe verilir. Ertesi gün kentin giriş çıkışlarını kontrol altına alan ülkücüler pazar için kente gelen Alevi köylülerin traktörlerini ve mallarını yakıp, onlara işkence yaparlar. 4 Temmuz günü Cuma namazını kılmakta olan cemaat, “Komünistler Alaeddin Camii'ne silah ve bombalarla saldırdılar” gibi asılsız haberlerle kışkırtılır. Halk, sokaklara dökülünce, olayın hazırlayıcıları eyleme geçerek evlere, iş yerlerine saldırırlar.
Milönü Mahallesi girişinde bulunan Alaaddin Camii hoparlörlerinden "Allah Allah" sesleri yayınlanmaya başlayınca, yeniden saldırıya uğradığını düşünen mahalle halkı mahalle çıkışına doğru kaçmaya başlar. Bu kitlenin üzerine hem ülkücüler, hem de polis tarafından ateş açılması sonucu bir çok kişi ölür ya da yaralanır. Aynı zamanda TRT'nin akşam haberlerinde Çorum'daki olayların "Alaaddin Camii'ne ateş açılmasıyla başladığını" duyurması galeyanın devam etmesine yol açar.
Bir yandan da çevre kentlerden ve köylerden ülkücüler Çorum'da birikmeye başlamıştır. Olaylar sırasında toplam 57 öldürülen insanın yanı sıra, iki yüzü aşkın kişi de ağır yaralanır. Üç yüze yakın bina tahrip edilir. Altı yüz kadar aile göçe zorlanır. Çorum Katliamı, Kahramanmaraş ve Sivas olayları ile birlikte sağ görüşlülerin ve ülkücülerin, Alevilere ve sol görüşlülere yönelik en büyük katliamlarından biridir.Oysa ki o yıla kadar Çorum Şehri yıllar boyu, Anadolu geleneksel mozaik yapısının bir örneğidir. Çorum Halkı, farklı etnik ve kültürel yaşam tarzlarına rağmen, barış içinde yanyana yaşamaktadır. Şehir, 1980 yılı baharı ile birlikte patlamaya hazır bir bomba haline dönüşür. Ve sonra o bomba patlatılır halkların kardeşliği üstünde.


Bu tezgahların, bu acımasızca hazırlıkların devlet tarafından görülmemesi olanaklı değildi. Ama önlem alınmadı aynen Sivas ve Maraş’ta olduğu gibi. Her zamanki gibi Çorum’da solcuların ve Alevilerin yoğunlukta olduğu semt ve mahallelerde operasyonlar başlatılmıştı. Faşistlerin örgütlü olduğu semtlere ise dokunulmamıştı bile. Onlar çatılarda, tepelerde mevzilerini kurmakta, ağır makineli tüfeklerini yerleştirmekteydi.

Bu ülkenin utanç tarihlerinden biridir 1980 Temmuz’u. Olanlardan sorumlu olanlar ne bir özür dilemiş, ne sorumluluğunu kabul etmiştir. Yargılanmamışlardır. Aynı saldırganlıklarını, cinayet ve katliamlarını yıllar boyu sürdürmüşlerdir. Hatta meclis çatısı altında bile varlık göstermişlerdir. Hatta yıllar sonra Cumhuriyet Gazetesi’nin bir baş köşe yazarı bunca olandan sonra onlar için oy bile istemiştir, onları masum ve sevimli göstermeye çalışmıştır. Ama tarih ve insanlık onuru bazı şeyleri unutmamıza, unutturmamıza izin vermez, veremez hiçbir zaman.

TÜRKİYE, UYGUR TÜRKLERİ İÇİN NİYE HEP SESSİZ KALDI? BU ÇOK DOĞAL



Doğu Türkistan’da günlerdir bir insanlık dramı yaşanıyor. Komünizmle uzaktan yakından ilgisi olmayan, komünizmin ismini kirleten, totaliter ve anti-demokratik bir rejimin hüküm sürdüğü, her gün alanlarında yüzlerce farklı görüşleriyle insanın idam edildiği Çin, yeni bir devlet terörüne daha imza atıyor tüm dünyanın gözü önünde. Uygur Türklerinin barışçı gösterisini kana buladı Çin. Doğu Türkistan halkı 20. asır boyunca çok acılar çekti. Sürekli yok olma tehlikesiyle yaşadı. Yıllarca varlıkları bile inkar edildi. Çin Anayasası, Doğu Türkistan’da Uygur dilinin Çince ile birlikte resmi dil olmasını garanti ediyor. Ama Çin hükümeti bu anayasal hakka bile saygı duymıyor. 2003’ten beri okullarda ve üniversitelerde Uygur dili tamamen yasak.


100 bin kadar Uygur siyasi görüşleri ve dinsel inançları nedeniyle cezaevinde. Uygurlar her alanda ayrımcılık kurbanı. Uygurların dili ve dini büyük baskı altında. Çin devleti, Uygur Türklerine yıllardır sistemli bir şekilde zulmediyor. Çin devleti, dilimize Şincan diye çevrilen uydurma bir ad koydu Doğu Türkistan bölgesine. Orasının tarihten gelen ismi ise Doğu Türkistan. Mao öncesi Çin’in resmi dilinde bile orası Çin Türkistanı. Ama Çin’in inkar politikalarıyla oranın ismi değiştirilmiş.


Türkiye ise şimdiye kadar zulüm görmekte olan Doğu Türkistan halkı için hiçbir şey yapmadı, yapamadı, yapamazdı da. Sessiz kalmak zorundaydı çünkü. Nasıl aksi olabilirdi ki? Niye mi?


Kendi halkıyla sürekli çatışma halinde olan, kendi ülkesindeki yıllar boyu Kürtleri, azınlıkları sistematik inkâr ve asimilasyon politikalarına tâbi tutan, sadece farklı ırktan ve dinden diye birçok insanının öldürülmesine karşı duramayan, tarihinde 6-7 Eylül, Varlık Vergisi, Sivas, Maraş ve Çorum katliamları gibi utançları olan bir Türkiye nasıl Çin’i eleştirebilir ki?


Türkiye nasıl olur da Türk soydaşlarımızın Çin’de yaşadığı zulümlere ses çıkarabilirdi ki? Yıllarca Türk olmayan tüm yerleşim yerlerinin isimlerini yok edip, yerine yer adları türeten Türkiye, nasıl olur da yüzyılların camisinin ismini “Sugong kulesi” olarak değiştiren bir rejime karşı durabilirdi?

Çin’de son olaylarda Rabiya Kadir ismi öne çıktı. Esasında yıllardır gündemde olan bir isimdir. Ama Türkiye’nin yeni yeni tanıdığı, veya gördüğü. Kadir, Uygur Türklerinin yaşayan en popüler lideri, zulüm gören Doğu Türkistan halkının sembolü oldu yıllardır. Küçük bir çamaşırhaneden başlayıp, adım adım işlerini genişleten tekstil ve ticaret zinciri kuran bir işkadını. Çin devleti Rabiya Kadir’e ve ailesine türlü zulümler yaptı. Kadir, önce hapislere atıldı, sonra da yurdundan kovuldu. Türkiye, Kadir’den hep uzak durdu çünkü “Çin” ile ilişkiler bozulamazdı. Hem sonra kendi içinde farklı düşünen aydınına ne derdi Türkiye, Orhan Pamuk’una, Yaşar Kemal’ine, Hrant Dink’ine, Musa Anter’ine...vb sahip çıkması gerekmez miydi? Yıllarca Kadir’i görmezden gelen bir ülke şimdi nasıl olur da onu sahiplenir, tüm medyasında kahraman ilan edebilir, olsa olsa bu ikiyüzlülük değil midir?

Kendi ülkesinde “bölünmez bütünlük” kavramını, 301 gibi bir maddeyi farklı düşünenler üstünde bir kılıç gibi sallayan Türkiye, nasıl olur da Çin’in bölünmez bütünlüğüne tehdit olan, Çin’den ayrılmayı savunan Uygur Türklerine destek verebilirdi ki? Yoksa demezler mi “bölünmez bütünlük” sadece sizin için mi, sizin ülkenizde mi geçerli?

Türkiye kendi halkının tüm farklılıklarıyla barışık hale gelmedikçe, kendi halkının tüm farklılıklarını kabul edip onları özgür kılmadıkça, Türkiye dışındaki Türklerin haklarının ve özgürlüklerinin de mücadelesini de veremez, vermeye yüzü olmaz. Aynen Uygur Türklerinde olduğu gibi. Hiçbir yurttaşına eziyet etmeyen bir Türkiye ancak Çin gibi baskıcı rejimlere karşı durabilir.

Bu noktada bu ülkede halkların kardeşliğini savunanların zamanında çok tepki çeken, adeta ona karşı bir linç ortamı yaratılan “Hepimiz Hrant'ız, Hepimi Ermeniyiz” sloganın ne kadar haklı olduğu, bu felsefenin tüm dünya için ne kadar geçerli olduğu bir kere daha tescillendi. Sadece Çin’de Uygur Türkü olmak yetmez, Türkiye’de Ermeni, Kuzey Irak’ta Türkmen, İsrail’de Filistinli, Çin’de Tibetli ve Uygur Türkü olmak gerekir. Ezilen, hor görülen nerdeyse onun yanında olmak. Her zaman ve her yerde, koşulsuz olarak.

8 Temmuz 2009

İSPANYA’DAKİ KANLI BOĞA GÜREŞLERİ İNSANLIĞIN UTANCIDIR


"Pamplona Boğa Koşusu", İspanya'da 100 yıldan beri yapılıyor. Haziran veya Temmuz ayında bir hafta boyunca sabah saatlerinde boğalar dar sokaklara salınıyor ve hayvanlar arkada insanlar önde ölümüne bir kovalamaca gerçekleşiyor. 800 metrelik koşu, Pamplona arenasında boğaların öldürülmesiyle sonuçlanıyor. Sokaklarda koşuşturulan boğalara, sokağa salınmadan önce elektrik şoku veriliyor, sivri ve keskin uçlu şişlerle şişleniyor. Böylece kızdırıldıktan sonra insanların üzerine salınıyor.

İspanya'daki Boğa Güreşleri ve "Boğa Koşusu" tüm dünyada hayvan hakları savunucularının büyük tepkisine neden olan bir konu. Barcelona Şehir Meclisi 2004 Nisan ayındaki oylamayla bu ilkel kanlı etkinliği yasaklamış, ardından da aralarında İspanya'daki en eski boğa güreşi geleneğine sahip olan Olot, Torello ve Calldetenes gibi kentler de bu karara uymuşlardı. Ama halen İspanya’nın birçok yerinde boğalar sadece insanların eğlencesi uğruna eziyet görüyor, öldürülüyor. Ve en kötüsü bu ulusal bir gelenek olarak görülüyor ve İspanyollarca savunuluyor.

Boğa güreşlerinin kökeninde aslında çok eski bir mit yatıyor. “Taurobolium” denen boğa kurban etme ritüeli MS 160 yılında Roma İmparatorluğu’nda başlamıştı. Amaç boğanın kanı ile güçlenmek, yeniden doğmaktı. Kurban adayan kişi öldürülen boğanın kanı içinde yıkanır, böylelikle boğanın gücüne kavuşacağına ve yeniden doğacığına inanırdı.
İspanya'da her yıl gerçekleştirilen bu etkinlikler insanlık onuruna, hayvan haklarına ve bir bütün olarak canlı haklarına aykırı. Bu tür şiddet içeren ve canlılara zarar veren etkinliklerin gelenek adı altında sürdürülmesi de kabul edilebilir değil.

Bu yıl da İspanya'nın Pamplona kentinde her yıl yapılan San Fermin Festivali başladı dün. 14 Temmuz gecesi sona erecek festivalde boğalar, sekiz gün boyunca her sabah saat 08.00’de 825 metrelik yolda insanlarla birlikte koşacak yine.
İspanya Hükümeti’ne yapılan sayısız başvurulara rağmen, İspanya “boğa güreşleri”nin bir gelenek olduğunu mazeret olarak ileri sürse de gerçek sebebin İspanyol turizmi olduğu çok açık. Zira İspanya’daki boğa güreşleri her yıl dünya medyasında birçok habere konu oluyor ve böylelikle İspanyol turizmi para ödemeden bedava reklam yapıyor. Turist çekmek adına birçok şehir ve kasabalar boğa güreşi festivalleri düzenliyor.

Bir canlının kızdırılarak, acı çektirilerek ve dakikalar boyu şişlerle delik deşik edilerek öldürülmesinde nasıl bir eğlendirici yan olabilir? Yanıt insan ruhunun karanlık yanında saklanan acımasızlıkta olsa gerek.
İnsanlığın tek ihtiyacı birazcık utanç duygusu. Sadece utanç duygusu.

6 Temmuz 2009

DİNK DAVASI İKİ YAŞINDA: SORULAR CEVAPLANMADI, SORUMLULAR CEZALANDIRILMADI, AİLESİNİN VE HRANT'IN DOSTLARININ ACISI HALA DİNMEDİ



AGOS Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni, sevgili kardeşimiz Hrant Dink suikastıyla ilgili yargı süreci bugün tam ikinci yılını dolduruyor. Bugüne kadar gelinen süreçte davanın önemli bir ayağı olan, belki de en önemli ayağı olan devlet görevlileri ayağında şimdiye kadar bir yol alındığı ne yazık ki söylenemez.

Dink’in öldürüleceği ihbarının resmen alındığı, buna karşın cinayetin önlenmediği, birçok noktada gerek polisin gerek jandarmanın ihmalleri olduğu ortaya çıkmıştı. Ancak bu sorumluların yargılanması konusunda yargı hiçbirşey yapmamakta ısrar ediyor. Son olarak Dink ailesi Türkiye’de iç hukuk yolunun tükendiği noktada dosyayı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) götürdü. Dink ailesi avukatlarının açıklamasına göre bugüne kadar dört dosya AİHM’ye gitti. Mahkeme de bu davaları kabul etti ve Türkiye hükümetine sorular yönelterek, bunların Kasıma kadar cevaplanması için süre verdi. Olayın birkaç boyutu var;

Birincisi Trabzon Emniyeti: Savcılık Trabzon polisi hakkında kovuşturmaya gerek olmadığına karar verdi. Dink ailesinin buna yaptığı itirazı reddedildi. Trabzon Valiliği de aralarında İstihbarat Daire Başkanı Ramazan Akyürek’in de bulunduğu yedi polis hakkında soruşturma izni vermedi. Dink ailesinin bu karara itirazı da reddedildi. Aile AİHM’ye başvurdu.

İkincisi Trabzon Jandarması: Trabzon İl İdare Kurulu yalnızca astsubaylar Okan Şimşek ve Veysel Şahin için soruşturma izni verdi. Dink ailesi, diğer görevlilerle ilgili soruşturmaya gerek görülmemesine itiraz etti. Bu itiraz reddedildi. Aile AİHM’ye başvurdu. Şimşek ve Şahin’le ilgili olaraksa Trabzon 2.Sulh Ceza Mahkemesi’nde açılan dava sürüyor. İki sanığın ifadeleri doğrultusunda dönemin jandarma alay komutanı Ali Öz ve diğer görevlilerle ilgili, hem mahkeme hem aile suç duyurusunda bulundu. Albay Ali Öz ve diğer beş görevli hakkında ‘görevi ihmal’den dava açıldı. İki dava birleştirildi.

Samsun Emniyeti ve Jandarma: Çay ocağında Ogün Samast’la resim çekilmesiyle ilgili başlatılan Samsun Savcılığı’nca soruşturma sonucu yalnızca polisler Metin Balta ve İbrahim Fırat hakkında dava açıldı. Dink ailesi, diğer polis ve jandarma görevlileri hakkındaki takipsizlik kararına itiraz etti. Ancak reddedildi. AİHM’ye başvuruldu. Bu arada Samsun 4. Asliye Ceza Mahkemesi’ndeki yargılamada da iki polis beraat etti.

Veee İstanbul Emniyeti: Sadece dönemin İstihbarat Şube Müdürü Ahmet İlhan Güler için soruşturma izni verildi. Dink ailesi karar diğer görevlileri kapsamadığı için itiraz etti. Güler’le birlikte yedi polis hakkında daha soruşturma izni verildi ancak Cerrah yine soruşturma dışında tutuldu. Dink ailesi itiraz etti. Mahkeme kabul etmedi. Aile AİHM’ye başvurdu. Cerrah’la ilgili Fatih Savcılığı’nca yürütülen soruşturmadan da sonuç çıkmadı: ‘Kovuşturmaya yer yok’ denildi. Ailenin itirazı yine reddedildi.


Foto: Radikal Gazetesi internet sitesinden


2 Temmuz 2009

5 DAKİKALIK ATEŞLİ BİR SEVİŞME TÜRK ÖRF VE ADETLERİNE AYKIRI MIDIR?


Aşk-ı Memnu, 5 dakikalık sevişme sahnesiyle reyting rekoru kırarken, dizinin sezon finali Alo RTÜK'te aziz halkımızın şikayetlerine konu oldu ve RTÜK de Kanal D ve diziye ceza verilmesine karar verdi.


Türkiye'de ailelerin çay çekirdek eşliğinde, çoluk çombalak televizyon karşısına yerleştiği saatlerde yayınlanan ve tüm bir akşam boyu süren bu dizide, muhafazakar toplumumuzu rahatsız eden ise sevişmenin uzunluğu ve ateşliliği olmuş edilen şikayetlere göre. Okuyunca haberi hiç de şaşırmadım. Muhafazakarlık içinde ikiyüzlülüğü barındıran bir kavramdır. Türk toplumunda da her tutucu toplum gibi bu ikiyüzlülülük halinden bolca mevcuttur.


Aynı toplum, entrikalar, ayak kaydırmalar, kazıklamalar, kafasına sıkmalarla dolu dizileri izlerken hiç rahatsız olmaz. Adanalı dizisinde başroldeki şahıs, her bölümde birilerini döverken, Yemekteyiz programında insanlar birbirlerine akıl almaz şekilde aşağılayarak saldırırken hiç rahatsız olmazlar. Bir yarışma programında genç kızlar karşılarında erkekler tarafından aşağılanırken, erkek egemen ideoloji sürekli yeni baştan üretilirken de.


Bu toplumun, utanma ve sıkılma duygularını sadece bir çiftin aşk yapma sahnelerinde mi harekete geçiyor? Eleştiriler arasında en hoş olanı da “Toplumsal değerler göz ardı edilerek utanma ve sıkılma duygularını harekete geçirmiştir”. İnsan merak ediyor, Türk örf ve adetlerine göre, sevişme süresi ve ateşlilik seviyesi ne düzeyde olmalıdır? Bu konuda din adamları ve üniversite hocalarımız toplanarak en kısa sürede akademik bir çalışma yapmalıdırlar. Türk Tarih Kurumu mümkünse bu konuda Türklerin kahramanlıklar dolu tarihinden ve Cüneyt Arkın’ın Bizanslı kadınlarla birlikte olduğu eski Türk filmlerinden önermeler çıkarmalıdır? Yoksa bu bizi değerlerimizden uzaklaştırmak isteyen, ülkemizi bölmek isteyen dış mihrakların ve onların içerideki işbirlikçilerinin toplumumuz üstünde oynadığı bir oyun mudur?

1 Temmuz 2009

GAZETECİ BÖLÜĞÜÜ...AYAĞA KALKILACAKKK. KALKKK



Gittiğim basın toplantılarında, konferanslarda özellikle dikkat ederim. Başbakanın, Cumhurbaşkanın, Bakanların, eski Cumhurbaşkanı veya Başbakanların ve de Komutanların düzenlediği veya konuşmacı olarak yer aldığı toplantılardaki gazetecilerin halet-i ruhiyelerini ve içine büründükleri psikoloji ve ruh hallerini.



Örneğin ekonomi ile ilgili bir basın toplantısı vardır. Bir bakan da davetlidir. Bakanın salona girmesiyle birlikte birden herşey kesilir. Ön sırada bulanan kurmaylar, dernek başkanları, sanayi odası başkanları..vb hemen ayağa kalkarlar. Ön sıralarda bir domino etkisi hissedilir. İşte o anlarda bakarım hep, basın tarafında da ayağa kalkanlar olur mu diye? Ve olur.


Sözkonusu Cumhurbaşkanı ve Başbakan ise ayağa kalkanların sayısı artar, tüm salonu kaplar. Ve yine ayağa kalkan gazeteciler olur.


Ama eğer sözkonusu bir komutan ise hele bir de Genelkurmay Başkanı ise. O zaman dünya durur adeta. Artık sık sık basının karşısına çıkan (tabii bu sözkonusu basına Taraf, Birgün gibi gazeteler hiçbir zaman eklenemez, onlar yasaklıdır) Genelkurmay Başkanı’nın toplantıları. Çağırılan gazeteciler arasında orduya yakın duran gazetelerin yazarları komutan girer girmez salona ayaktadırlar. Daha liberal taraftaki yazarlar ayağa kalkmazlar ama bir garip bir tuhaf hissederler kendilerini. Acaba kalksak mı, mimlendik mi yoksa diye etrafa telaşlı telaşlı bakarlar.



Son toplantı da bunun örneği oldu. Genelkurmay Başkanı’nın arkasına 36 generali alarak düzenlemiş olduğu basın toplantısı, yıllardır görmeye alıştığımız basın toplantılarından biriydi. Yine hiç şaşırtıcı olmayan şekilde, onların karşışında adeta süt dökmüş kedi gibi oturan gazeteciler vardı. Genelkurmay Başkanı’nın parmağını sallayarak, kelimeleri heceleyerek, tehditkâr bir üslupla verdiği cevaplara karşı, gazetecilerin korkusu, çekincesi yüzlerinden okunuyordu adeta.



Gazetecilik korkusuz olmayı gerektirir. Cesur olmayı. Hiçbir kuruma yakın olmamayı, her kurma belirli bir mesafede olmayı. Gazeteci bir bakan bir başbakan geldiğinde ayağa kalkmak zorunda değildir, bir komutanın karşısında hazırolda durmak zorunda da değildir. Ama Türkiye basınında ne yazık ki bu gazetecilerden o kadar çok var ki. Türkiye’de gazeteciliğin gün be gün ölüşüne, can çekişmesine seyirci kalanlar ve de bunun en büyük sorumluları arasında yer alanlar.

9 Haziran 2009

TAKSİM’İN SEMBOL KÖPEĞİ EBRU İÇİN ADALET





Kadıköy Çarşı’nın maskotu Kaz Rodi’dir. Gerçi neredeyse her daim ordadır ama Kaz Rodi’yi görmediğiniz zaman eksikliğini hissedersiniz sokaktan geçerken. Adeta bir sembolü olmuştur o olduğu yerin.


Taksim Meydanı ve Marmara Otel çevresi için Ebru öyledir, ya da öyleydi demek artık daha doğru. Ebru Taksim'deki The Marmara oteli tarafından sahiplenilmişti. Sevimli köpek Ebru mekanın vazgeçilmezlerinden biri haline gelmişti, ismini bilmeyenler bile bu köpeği bilirdi mutlaka.


Ebru her zaman oradaydı, otel girişinin sağındaki paspasının üstünde. Kentin tam ortasında adeta. Ziyaretçilerini otelin o da karşılıyordu, bazen de metronun çıkışına gidip orada Taksim’e gelenleri karşılıyordu. Öyle ki, dünyanın en prestijli yayınlarına, hatta önde gelen tasarım dergisi Wallpaper'a bile konu olmuştu.

Geçen hafta Ebru'nun hayatı sona erdirildi zalim insanlar tarafından. Bir veya birkaç şahıs tarafından dehşet verici bir saldırıya uğradı. Tekmelerle yaralandı. Sonunda binbir güçlükle ayağa kalıp The Marmara'nın önündeki köşesine dönebildi, oradan da hemen Vet. Dr. İlhan Bey tarafından acilen ameliyata alınmak üzere hayvan hastanesi Animalia'ya kaldırıldı. Göğüs kafesinde çeşitli yaralanmalar, akciğerde hasar, diyaframda çeşitli zedelenmeler. 48 saat direndikten sonra, 1 Haziran, Pazartesi günü Ebru hayata veda etti.İnsanını korumayan sadece kendini koruyan bir devlet, birbirlerine karşı hoşgörüsüz bir toplum, hayvanlara karşı acımasızca bir düşmanlık besleyen insanlar. Hepsi ne yazık ki bu topraklarda birleşiyor, ve masum bir canlının canının vahşice alınabiliyor bu ülkede. Sadece taş atan çocuklarını cezalandırmayı bilen bir ülkede Ebru köpeğin katillerinin bulunacağını düşünmek çok iyimserlik olur. Bunun için bireysel çabalar ve tanıklıklar gerekecek.


Bu olaya tanıksanız, veya tanık olan başkalarını tanıyorsanız, biliyorsanız lütfen Viktor Larkhill'le bağlantıya geçebiliyorsunuz. Adresi v.larkhill@googlemail.com

19 Mayıs 2009

O KUPA EN ÇOK BU GÜZEL İNSANIN ELİNE YAKIŞIR




Mircea Lucescu yine farkını gösterdi. Lucescu, daha önce çalıştırdığı G.Saray ve Beşiktaş’ın taraftar gruplarına 50’şer bilet satın aldı. Werder Bremen’le Şükrü Saracoğlu Stadı’nda UEFA Kupası finaline çıkacak olan Shakhtar Donetsk’in teknik patronu Mircea Lucescu, G.Saray'a Süper Kupa ve Türkiye şampiyonluğu, Beşiktaş’a ise 100. yıl şampiyonluğunu yaşatmıştı. Lucescu, “İki kulüp taraftarı da beni inanılmaz bir şekilde uğurladı. Onları hayatım boyunca unutamam” dedi.


Türkiye’de gerçek futbolseverin kalbinde ayrı bir yeri vardır Lucescu’nun. Belki de Derwall ile birlikte Türkiye’de en büyük saygıyı, taraflı tarafsız herkesin sevgisini, takdirini kazanmış ender hocalardandır. Tabii bu takdire ve sevgiye giden yolu çok çetrefilli oldu onun için. Belki de Türkiye’de en çok aşağılanmış, hor görülmüş teknik direktörlerdendi, ama eninde sonunda herkese kabul ettirdi kalitesini ve farkını.


Mircea Lucescu, özellikle Galatasaray’da zor günler geçirdi. Fatih Terim’in kadrosuyla mukayese edilmeyecek bir kadroyu çalıştırdı ama büyük başarılara koşturdu takımı ama kimseye yaranamadı ve gönderildi. Beşiktaş’a geldiğinde ise görece kendini kabul ettirmişti. Beşiktaş’ı şampiyon yaptı, UEFA Kupası’nda çeyrek finale çıkardı. Taraftar delicesine sevdi onu, futbolcular da. Pascal Nouma’nın Lucescu’nun elini öperken çekilen fotosu halen birçok Beşiktaşlının aklında ve kalbindedir.


Hakkında söylenmedik nerdeyse hiçbir şey kalmamıştı Türkiye’deyken Lucescu’nun. Dağınık saçlarından, kısık bakan gözlerinden tutun da, giyinişine, Çingene kimliğine kadar. “Bizim köşedeki manava benzeyen adamdan teknik direktör mü olur” bile dendi. Sert bakışlarıyla karizma yaptığını zanneden futbol adamlarının dünyasında farklı bir yerdeydi oysa ki o. İnsani yanıyla farklıydı herşeyden once. Katıksız beyefendiydi. Altı dil bilen bir futbol kültürü adamı.
Türkiye’de futbol dünyasındaki her türlü pisliği eleştirdi. Bu da onun sonu oldu zaten. Hakemleri, Merkez Hakem Kurulu’nu, Fenerbahçe yönetimi ve Federasyon’u hedefledi, haksızlıklara karşı çıktı. Türkiye’yi Çavuşevsku’nun Romanya’sına benzetirken çok tepki topladı, ama akılcı düşünenler bunun ne kadar doğru olduğunun acı bir şeklinde farkındaydı.


Ben şahsen can-ı gönülden istiyorum UEFA Kupası’nın İstanbul’da onun elinde havaya kalkmasını. Lucescu da, üç büyüklerin içinde çalıştırmadığı tek takım olan Fenerbahçe’nin stadında belki de bir şampiyonluk tadacak. Şimdilik tabii, yoksa Aragones’i gönderen Fener’in listesinde Lucescu da var. Ama birçok futbolseverin dileği de, onun Fenerbahçe’ye veya diğer hiçbir Türkiye Ligi takımına dönmemesi, Türkiye’e gelmemesi. Çünkü Türkiye’de futbol onun gibi birisini kaldıracak kadar temiz değil, hiçbir zaman da olmadı



IŞIKLAR İÇİNDE YAT KARDEŞİM


Agos'un Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink'in 19 Ocak 2007'de öldürüldüğü gün gazete binası önündeki kalabalık içindeki isimlerden biri de, Prof. Dr. Türkan Saylan'dı.

Dink için açılan taziye defterindeki ilk yazı da Saylan’a aitti. Saylan, yazısının sonunda şöyle diyordu: “Daha adil, insanlarına, fikirlerine saygılı bir Türkiye için çalışacağız. Işıklar içinde yat kardeşim.”

Bugün sonsuzluğa uğurluyoruz Saylan’ı.

Bazen insan fikir ayrılıkları yaşadığı, arasında ideolojik farklılıklar olan bir insana da saygı duyar. Saylan, bu insanlardan belki de başta geleniydi. Radikal İslamcıları ve kendilerinden farklı düşünen herkesi faşist ilan eden liberaller dışında herkesin saygısını kazanmıştı.

Ben de açıkçası her zaman her görüşünü benimsemedim Saylan’ın. Tek bir yaşam tarzını çağdaş diye niteleyip, diğer yaşam tarzlarını çağdışı görmesi şekilci bir anlayış olarak göründü gözüme hep. Onu ezilen Kürt kızlarının, yine ezilen başörtülü kızların da yanında görmek istedim hep. Ama o ve ÇYDD hep tek bir açıdan bakmayı benimsemişti bir kere kadının ezilmesi sorununa.
Ama işte o farklıydı diğerlerinden. En tek taraflı cümlesinde bile insancıllığını hissettiriyordu karşısındakine.

“Ne şeriat ne darbe” mesajı vereceği için İzmir’de Cumhuriyet mitinginde konuşturulmadığında onun acısını ve isyanını yürekten hisseden öyle çok insan vardı ki, biri de bendim. Darbeciliğe karşı bir duruş gerçekleştirse de yine de Ergenekon soruşturması kapsamında ona yapılanlar da hayatının son döneminde ona yapılmaması gereken bir şeydi. Onun Doğu Perinçek'lerin, Kemal Kerinçsiz'lerin, Tuncay Özkan'ların, Veli Küçük'lerin, Şener Eruygur'ların yanında yeri olamazdı, olmamalıydı. Bu her zaman bir ayıp olarak hatırlanacaktır, bu ülkede milyonlarca hukuksuzluğun yanında tarihte hep yazacaktır.

İnatçılığıyla, direnişçiliğiyle, aksi olmadan geliştirdiği isyankarlığıyla örnek bir kadındı, huzur içinde uyusun.

15 Mayıs 2009

MİLLİ "HADİSE"MİZ ve TRT'NİN MEMUR SEÇİMİ



Bugünlerde en mühim milli meselemiz “Hadise” meselesi. Düm Tek şarkısıyla Eurovizyon şarkı yarışmasında finale kaldı Hadise. Eurovizyon’a uygun, orada başarı kazanabilecek, muhtemelen ilk üçe girecek bir şarkı. Kalitesiz ve boş değil, ama çok üst düzey de değil.


Son bir haftadır ise Hadise’nin yaşadığı büyük stresi basında takip ediyoruz. Hadise, adeta 26 yıl sonra kupayı almak için kupa finaline çıkan Fenerbahçeli futbolcular kadar omuzlarında büyük bir yük hissediyor sanki.


Başta TRT’den olmak üzere, Hadise üzerinde büyük bir baskı var. Yaşadığı sağlık sorunları da bu baskının göstergesi olsa gerek. Ne yazık ki bizde Erovizyon işi hep böyle olageldi. Adı üstünde bir şarkı yarışması ama bir milli mesele olarak algılandı. Şurası da kesin ki, bu hep böyle olacak, hep böyle devam edecek.


Son yıllarda Türkiye müzik dünyasının birçok önemli ismi, grubu bu şarkı yarışmasına katıldı. Athena, Mor ve Ötesi, Kenan Doğulu. Ama seçilerek değil atanarak. TRT’nin Eurovision için yaptığı seçmeler son yıllarda bir memur atamasını andırıyor adeta. Bence bu tarz birini memur etmek yerine, eskisi gibi elemeler yapmalı. Bir yandan Athena, Mor ve Ötesi gibi gruplar tüm kariyerlerini riske atabiliyorlar, biryandan genç yeteneklerin önü kapanıyor.


Bir başka sorunsalımız da dil konusu. Türkçe mi İngilizce mi. Şurası kesin ki, genelde İngilizce şarkılarla ilk üçe girilebiliyor. Bunu gören TRT de zaten İngilizce şarkı üstünde duruyor hep. Ama eğer gerçekten Türkiye de müziği tanıtma amacı olsa, çok farklı şarkılarla gidilirdi. Ama bunu da bir devlet kurumu olan TRT’den beklemek hayalcilik olur. Neyse, herşey bir yana, Hadise’ye başarılar. Yarışma bitsin de bir an once şu streslerden, baskılardan kurtulsun. O da biz de rahat edelim, huzura kavuşalım yine.



10 Mayıs 2009

ONLAR, HAYATLARININ BAŞINDA ANNESİZ KALANLAR



Bugün gazetelerde insanın içini burkan bir görüntü vardı. Mardin'deki korkunç saldırıda annelerini yitiren çocuklar mezarlara koymak için çiçek topluyordu. Mardin’in Mazıdağı ilçesinde 44 kişinin ölümüne neden olan akılalmaz saldırının yaşandığı Bilge köyünde yaşanan buruk Anneler Günü’nde. Tüm dünyayı şoke eden ama törenin, silahlanmanın, koruculuğun, erkek egemen düzenin ne menem birşey olduğunu bilen bizler için çok da şok edici olmayan saldırıda, henüz yaşamlarının baharında olanlar, çocukluklarını yaşayamayanlar ile anne karnında yaşama merhaba diyemeyenlerin de bulunduğu 6’sı çocuk, 16’sı kadın toplam 44 kişi öldürüldü. Kadınlardan 3’ü hamileydi. Geriye çevrelerinde neler olup bittiğini bilmeyen çocuklar kaldı. Hem annesi hem babası öldürülen 0-12 yaş arasında 15, 13-18 yaş arasında 16, annesini yitiren 10, babasını kaybeden 7 çocuk olmak üzere toplam 48 çocuk, Mardin Valiliği Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakfınca köyün dışında kurulan çadırda uzmanların nezaretinde yaşadıkları acı olayın izlerini silmeye çalışıyorlar bugünlerde. Bugün sabah saatlerinde köydeki sessizlik dikkat çekerken, köyden gelen bir grup çocuk kırlardan papatya toplamış. Köye girişlerine izin verilmemesi nedeniyle köy dışındaki gazetecilerin yanına gelip sohbet eden çocuklar, bugünün Anneler Günü olduğunu gazetecilerden öğrendi. Yakınlarını kaybeden Devran (6), Baran (9), Abdullah (10) ve Vesile (8), papatyaları yakınlarının mezarlarına bırakmak için toplamışlar. Onlar varken bir Anneler Günü’nü buruk yaşamamak olası değil ne yazık ki.

Aynı buruk hali perkiştiren bir diğer konu da anne hayvanlar. Zehirlenerek veya değişik yollarla öldürülen anne hayvanlar ve onların öksüz kalan yavruların varlığı. Anneler Günü sadece insanların değil tüm canlıların Anneler Günü. Hayvanların da anneleri var ancak, onlar bugünü göremediler. Onlar da anneydi. Yavrulama mevsiminde evladına süt bile emzirmeden veda eden anneler. Onların herşeyinden faydalanmak isteyen, onu bir meta olarak gören insanoğlunun dünyasında bir başına kalan yavruları. Yaşamak onların da hakkı. Ancak onlara bu hak verilmedi ve verilmiyor. Hayvanı sevmeyen bir insan, diğer insanları nasıl sevebilir, annesiz kalan bir yavrunun acısını hissetmeyen nasıl gider de annesinin Anneler Günü’nü kutlayabilir ki? Bundan sonra hayvanseverler her yıl kutlanan Anneler Günü'nü 'Anne Hayvanlar Günü" olarak anmaya karar vermiş durumdalar.

6 Mayıs 2009

İDAMLARININ YILDÖNÜMÜNDE DENİZ, YUSUF VE HÜSEYİN İÇİN



ÖLÜ MÜ DENİR ŞİMDİ ONLARA?
Ölü mü denir şimdi onlara
Durmuş kalbleri çoktan
Ölü mü denir şimdi onlara
Kımıldamıyor gözbebekleri
Ölü mü denir peki
En büyük limanlara demirlemiş
En büyük gemiler gibi
Kımıldamıyor gözbebekleri
Ölü mü denir şimdi onlara.
Suratları gergin
Suratları kararlı
Belli ki çok beklemişler
Kabuğundan çıkan bir portakal gibi gelen sabahı
Suratları gergin
Bir savaş alanına benziyor suratları
Dudakları nemli
Son defa kendi etini öpüp
Yani son defa gerçek bir insan etini
Hazla kapanmışlar öyle
Geçirmiyor gövdeleri soğuğu
Geçirmiyor sıcağı da
Ve ikiye ayrılmış bir nehir gibi bacakları
Akıyorlar sonsuza
Ölü mü denir şimdi onlara.
Kimse hüzünlü olmasın
Sırası değil hüznün daha
Bir gün bir şehrin alanında
Bir mermer yığınının gözlerine
Omuzlarına düşerse bir çınar yaprağı
Hüzünlensin yaşayanlar o zaman
Sırası değil hüznün daha.
Öylesine sıkılmış ki yumrukları
İyice sıkılsın yumruklar
Saklansın diye bir armağan gibi bu katılık
Öylesine sıkılmış ki yumrukları
Kimse hüzünlü olmasın
Kimse hüzünlü olmasın diye
Sırası değil hüznün daha.
Unutulsun bir gövdeye duyulan hasret
Unutulsun bu alışılmış duyarlık
O kadar sade, o kadar kalabalık ki
Unutulmaya değer onların insan gövdeleri
Ve unutulmalı mutlaka
Dolsunlar diye yüreklere
Dolsunlar damarlara.
Ölü mü denir
Ölü mü denir şimdi onlara.
Edip CanseverSonrası Kalır'dan, (1974)