31 Mart 2009

İŞTE GERÇEK “AMANSIZ”LAR



Yine bir milli maç arifesindeyiz. Milli takımın bulunduğu her turnuva veya oynadığı her milli maç öncesinde olduğu gibi, yine bu kez de milliyetçilik rüzgarları sert esiyor. Halka ulaşmanın en kolay yolunun sokaktaki vatandaşın milli duygularıyla oynamak, o duyguları tahrik etmek olduğunu gören şirketler yine futbolcuların ve teknik direktör Fatih Terim’in de boy gösterdiği reklamlarıyla bu duygu üzerine oynuyor. Fatih Terim, İspanya maçları öncesi ilk reklamda oynayarak, bir sahnede birkaç saniye görünerek ve reklamların birisinde de “Amansız Ol” diyerek servetine servet katıyor.

Diğer yandan Türk spor dünyasında her gün öyle gelişmeler yaşanıyor, öyle tartışmalar oluyor, öyle sözler sarfediliyor ki, tutuculuğun, milliyetçiliğin, otoriter yapılanmaların egemen olduğu spor dünyası etik, ahlak, özgürlükler, emeğe saygı gibi kavramlardan gittikçe uzaklaşıyor.

Örneğin geçen hafta İzmir’de katıldığı bir panelde, Sivasspor Teknik Direktörü Bülent Uygun, kentte gece hayatının olmamasının kırmızı-beyazlı ekibin başarısında önemli rol oynadığını belirtirken, şunları söyledi: “İstanbul'da Laila var, Sivas'ta ise La ilahe İllallah". Ve şöyle devam ediyor "Şehirde gece hayatı yok. Futbolcuların alkol satın alabileceği bir kaç büfe var, onlarla da iletişim halindeyim. Herhangi bir oyuncum içki aldığında hemen haberim oluyor. Gerekli uyarıyı hemen yapıyorum".
Bir sporcunun gece hayatı da olabilir, sevgilileri de, içki de içebilir. Önemli olan kendine dikkat etmesi, kendini kontrol etmesidir. Profesyonel hayata kendini uydurmasıdır. Ama Türkiye’de toplumun tüm kesimlerinde, kurumlarında, alanlarında kendini gösteren otoriter yapı, mahalle baskısı, “Vatan millet sakarya” motivasyonu her defasında kendini yeniden üretiyor.
Türk futbolu ve Türk sporunda, “Amansız Ol”maya ihtiyaç var evet. Ama emeğe saygıda, toplumsal konulara hassasiyette, farklı olana saygıda da “Amansız” olan sporculara da.
Örneğin. Tommie Smith ve John Carlos gibi “Amansız”lara.
Onlar, efsane fotoğrafın kahramanları. Mexico 1968 Olimpiyatlarında, 200 metrede altin ve bronz madalya kazanan Amerikali iki siyah atlet, Tommie Smith ve John Carlos. Fotoğrafta siyah deri eldivenli yumrukları havada, başları önde.
Ve onlarla aynı karede önde duran, gümüş madalyalı Avustralyalı beyaz atlet. Peter Norman.
Hikayeleri kısaca şöyle: “1968’de Mexico City'de 200 metre finali koşulur. Amerikali siyah atletler Tommie Smith ile John Carlos birinci ve üçüncü gelirken, ikinciliği Avustralyalı beyaz atlet Peter Norman alır.
Madalya töreni için bekledikleri sirada, Carlos, Peter Norman'in yanına gelerek sorar:
- İnsan haklarina inaniyor musun?- Evet, inaniyorum.
Bunun üzerine, iki siyah atlet kafalarindaki eylem planını Norman’a açıklar. Norman tereddütsüz evet der, “eyleminizi destekleyecegim”. O günler için çok radikal sayılabilecek bir eyleme imza atar iki atlet. Amerika'daki ırk ayrimcılığını proteste etmek için bir çift siyah deri eldiven bulurlar, sağ tekini Tommie, sol tekini John eline geçirir. Fakirliği sembolize etmek için çıplak ayakla kürsüye çikarlar. Başları öne eğiktir, sıkılı yumruklarını havaya kaldırırlar. Önlerinde duran beyaz atlet Peter Norman da, dayanışmasını göstermek için kalbinin üstüne 'İnsan Haklari İçin Olimpiyat Projesi Hareketi'nin kokartını iğneler. Amerikan milli marşı çalınırken eylem gerçekleşir.
Doğal olarak Amerika ayağa kalkar. Amerikan Olimpiyat Komitesi iki atletin spor kariyerini bitirirler. Smith ve Carlos spor kariyerlerini feda ederler ama tarine geçerler. Birçok sporcu unutulurken, onlar spor tarihinin en unutulmaz karelerinden birine imzasını atar.
Peter Norman ise, Avustralya'ya döndügünde çok tepki çeker. Atletizm kariyeri biter, spor çevrelerinden dışlanır. Peter Norman evinin bahçesinde kalp krizi geçirip 64 yasinda ölünce, Melbourne'de yapilan cenaze töreninde en önde yanında iki isim vardır, Tommie Smith ve John Carlos.

24 Mart 2009

KANADALILARIN KURBAN BAYRAMI BAŞLADI




Kanada’da fok balığı avı mevsimi başladı. Bu yıl yine 338 bin masum fok hunharca avlanacak Kanada’da her yıl Mart ayının son haftasında başlayan fok avı için gemiler St. Lawrence Körfezi’nden demir aldı. Dünya genelinde protestolara rağmen 2008’de 283 bin 200 fokun avlanmasına izin veren Kanada, bu yıl kontenjanı 55 bin artırdı ve avlanacak fok sayısını 338 bin 200 olarak açıkladı.
Avcılar, bu yıl Prens Edward İsland, New Brunswick ve Nova Scotia eyaletlerini içine alan bölgeyi kullanabilecekler. St. Lawrence Körfezi’ndeki Magdalen Adası’nda bekleyen 20 gemi ve 100 kadar avcı, Kanada Balıkçılık Bakanlığından gelen başlama duyurusu ile birlikte ava başladı. Bugün tam 200 fok acımasızca katledildi birilerini lüks hırsları uğruna.

Kanada Balıkçılık Bakanlığı Sözcüsü Phill Jenkins’in yaptığı açıklama ise tüm bu katliamın yarattığı öfkeye tuz biber eker nitelikte. Jenkins, “Fok avının protesto edilmesine itirazımız yok, ancak geçen sene 5,5 milyon olan fok sayısı, bu yıl 6,4 milyona çıktı. Avlanma olmazsa sorun daha da büyüyecek" diyor. Bu katliama bir kulp uydurmanın cılkı da çıktı artık.
Öte yandan Kanada’nın Charlottetown kentindeki Atlantik Veteriner Kolejinden iki veterinerin, bakanlık gözlemcileri ve bir grup fok avcısına ‘daha insancıl av teknikleri" konusunda eğitim vermiş. Quebec ve New Foundland-Labrador eyalet hükümetleri tarafından finanse edilen eğitim kurslarının gelecek yıllarda geliştirileceği ve bir süre sonra bu kursları tamamlayıp sertifika almayanlara avlanma izni verilmeyeceği söyleniyor. Av teknikleri ve insancıl hiçbir zaman yanyana gelemeyecek iki kelime öbeği halbuki.

Peki ne yapabilirim diyorsanız, kendinizi çaresiz hissediyorsanız, aşağıdaki linki bir tıklayın, bu senekinin artık son katliam olması talebinizi Komite' ye bildirin. Yapmanız gereken sayfanın altında sağ tarafında e-mail adresinizi, isminizi ve soyadınızı isteyen kutucukları doldurmak ve biraz daha allta "send this message" kutucuğuna tıklamak. Aman ne faydası olur ki demeyin, 1 kişi bile daha fazla olmak önemli. Benzer kampanyalarla özellikle Rusya’da benzeri katliamların önüne geçildiği oldu.

BALBAY'IN GÜNLÜKLERİ VE GAZETECİLİK AHLAKI ÜSTÜNE KISA BİR YAZI

Cumhuriyet Gazetesi Ankara Temsilcisi Mustafa Balbay’ın tutuklanmasının ardından bu tutuklanmalarının nedeninin bir günlük olduğu ortaya çıktı. Önce biraz mesafeli durdum buna, Cumhuriyet Gazetesi’nin ve Balbay’ın tutumunu görmek için. Ama günler içinde gördüğüm beni herşeyden once gazetecilik mesleği hakkında büyük üzüntülere ve endişelere sevk etti.


Günlükler, iddia edildiği gibi gerçekten bir “gazetecilik” faaliyeti midir? Bir gazeteci için haber kaynakları önemlidir. Onlarla mesleki sınırlarla sınırlı kalmak üzere bir ilişki kurar. Bir ağ yaratır kendine gazeteci. Diyelim bir ekonomi muhabiri, iş dünyasından isimlerle yakınlaşır. Ama amacı haber almaktır. Onlara yol göstermek, onların işinin hedeflerinin bir kanadı olmak, onların bir sağ kolu, onların medyadaki basındaki adamı olmak değildir görevi.


Mustafa Balbay örneğinde ise gazeteciliğin sınırları aşılmıştır. Aynen son dönemde bazı gazetelerin ve gazetecilerin adeta Başbakan Özel Kalem Müdürü gibi çalışmalarında sınırların aşıldığı gibi. Gazeteci mesleği gereği çeşitli faaliyetleri izler, ama halka, kamuoyuna iletmek için izler bunları, gizli toplantılara katılamaz, o toplantılarda ne yapacağız sorusuna cevap arayanların yanında olmaz. Onlara yol göstermeye çalışmaz. Gazeteci, gazetesine bu faaliyetlerin amaçlarına uygun şekilde manşet attırmaz. Sözkonusu günlüklerin yazarı gazetecilik faaliyetinin dışına çok çok çıkmıştır.


Benim beklentim, Balbay’ın gazeteciliği bırakmasıdır. En azından gazetecilik etiğini, ahlakını..vb ayaklar altına alan birçok insana örnek olur. Bundan sonra gazeteciler artık sadece kendi mesleğini yaparlar, bazı kurumların bürokratları, bazı liderlerin başkan yardımcıları, bazı şirketlerin yönetim kurulu üyeleri gibi davranmazlar. Ama eğer tabii bir gazetecilik ahlakına inanıyorsak, yok eğer gazeteciliğe pragmatik bir açıdan yaklaşılıyorsa gizli toplantılarda bazı planlara karışanları, Başbakan’ın uçağına binmek için herşeyi yapanları, şirketler lehine yanlı ısmarlama haber yapanlarla karşılaştığımızda birşey demeye çok da hakkımız olmaz.

21 Mart 2009

KAPLUMBAĞA RAFET ÖLMEK İSTEMİYOR




Kaplumbağa Rafet geçen hafta çok yoğundu. Büyük sermayeli uluslar arası şirketlerden, su kaynaklarını para uğruna zengin ülkelere peşkeş çekmeye çalışan gelişmekte (?) olan ülkelerin liderlerine kadar birçok insanın olduğu Dünya Su Forumu’nda Kaplumbağa Rafet de vardı. Doğa Derneği’nin standında bildiri dağıttı, mücadelesini anlattı, Enerji Bakanı ile yüzleşti.

Kaplumbağa Rafet kim mi? Yapılması planlananIlısu Barajı sadece Hasankeyf`i sular altında bırakmayacak, aynı zamanda Dicle Vadisi`nin ve orada yaşayan bitki ve hayvanların da yok olmasına neden olacak. Buna karşın `Hasankeyf Yok Olmasın` kampanyası başlatılmıştı. Doğa Derneği, dünyanın doğal ve kültürel açıdan en zengin alanlarından biri olan Dicle Vadisi`nin yaşatılması için baraj projesinin geri çekilmesini istiyor. Kampanyanın simgesi olan Latince adı `Rafetus euphraticus` olan ve `Rafet` olarak tanınan yumuşak kabuklu Fırat kablumbağası.

Vadi nadir kuş türlerinin olduğu bir alan. Bu yönü hep geri planda kalıyor ama sadece Hasankeyf değil 400 km.`lik bir doğal nehir kıyısındaki yaşam ortamları yok olacak. Doğal yaşam ortamları geri dönüşü olmayacak biçimde değişecek, ekosistem bozulacak. Belki ordaki insanlar başka yere yerleşebilecek, ama diğer canlıların böyle bir şansı olmayacak. Sadece o vadide görülen birçok canlının neslinin sonu gelecek. Kuşlar, kelebekler, balıklar. Ilısu Barajı`nın yok edeceği canlılar arasında Yumuşak Kabuklu Fırat Kaplumbağası, Çöl Varanı, Kızıl Akbaba, Küçük Kerkenez, Bataklık Kırlangıcı gibi birçok canlı var.

Türkiye’nin doğal zenginliğine (kaynaklarını satarak elde edilen sahte zenginlik değil) ve kültürel mirasına geri dönülmez zararlar veren bu projeden vazgeçilmeli artık.

Bakan Rafet ile karşı karşıya, korumaları panikte

5’inci Dünya Su Forumu’nda sivil toplum kuruluşlarının stantlarını gezen Çevre ve Orman Bakanı Veysel Eroğlu, Ilısu Barajı nedeni ile nesli tehlike altına giren Kaplumbağa Rafet ile de yüzleşti. Doğa Derneği yetkilileri Eroğlu’nun savunucusu olduğu Ilısu Barajı’nın Kaplumbağa Rafet’i, bölgedeki diğer canlı türlerini ve Hasankeyf’i nasıl yok edeceğini anlattı. Bakan, broşürü aldı, dinledi ama sıkıntısı resimde görüldüğü gibi yüzüne yansımış, arkadaki korumaların paniği de.
Bu kez her zaman olduğu gibi iş işten geçmeden kurtarmak lazım, önlemek bazı şeyleri, sonra ortada kurtarılacak bir şey kalmayacak. Arkeolojik Park’larda değil doğal yaşam lokasyonlarında yaşamalı tüm canlılar.

17 Mart 2009

KEDİNİZİ KÖPEĞİNİZİ ÜSTÜNÜZE GİYER MİYDİNİZ? ONLAR GİYİYOR





Kürk mantoların çok şık olduğunu mu düşünüyorsunuz? Peki bir kürk manto için kaç rakun öldürüldüğünü biliyor musunuz? 40.


Her yıl kürkü için öldürülen hayvanların sayısı 50 milyon olarak ifade ediliyor. Her yıl iki milyon kedi ve köpek kürk modasına kurban veriliyor. Yalnızca Fransa'da 70 milyon tavşan kürkü için katlediliyor, dünyada ise bu sayının bir milyar olduğu iletiliyor.Peki nasıl öldürülüyorlar? Üreme organlarına verilen elektrik şokuyla, boyunları kırılarak, yerlere vurularak, kancalara asılıp canlı canlı yüzülerek. Görülmemiş vahşet yöntemleriyle.

Bunları bile bile kürk giyebilir misiniz? Her gün kürk giymiş onlarca insanla burun buruna geliyoruz sokaklarda. Televizyonlarda, dergilerde, gazetelerde kürk giyen ünlülerin fotoğraflarını görüyoruz.Moda dergilerinde kürk içerikli giysi ve aksesuarlara her zaman geniş yer veriliyor. Her fiyattan ve çeşitten kürkler bu dergilerin sayfalarında bolca kullanılıyor ve insanlar kürk konusunda son derece yanlış bilgilendiriliyorlar. Söz konusu yayınlarda kürk dönem dönem yükselişe geçen bir moda akımı olarak lanse ediliyor.


Peki bu verilere rağmen medya neden kürk endüstrinin sözcülüğünü yapıyor, bu derece destek veriyor, bu vahşete göz yumuyor? Neden çok basit, Büyük reklam pastası. Kürk endüstrisi reklam ve tanıtıma büyük bütçeler ayırıyor. Canlıların savunmasızlığından ve insanların modaya düşkünlüklerinden faydalanılan, bunun büyük paralara çevirildiği korkunç bir düzen oluşturulmuş durumda. Sadece Türkiye’de değil tüm dünyada medyada durum böyle.

Yurtdışında PETA ve Anti-fur Society gibi dernekler sık sık kürk karşıtı eylemler yapıyor, bu konuda gündem yaratıyorlar. PETA'ya soyunarak destek veren ünlüler özellikle ünlerini, tanınırlıklarını, hayranları üstündeki etkilerini bu konu için mücadeleye bağışlıyorlar. Örneğin Eva Mendes. "I’d Rather Go Naked Than Wear Fur- Kürk Giyeceğime Çıplak Gezerim" kampanyası için çıplak poz veren Mendes. Geçmişte kürk giyen Mendes, PETA'dan gelen bir mektup sayesinde kürk giymeyi bırakmış, sonra da mücadeleye aktif olarak katılmış. Daha birçok ünlü isim var Mendes gibi. Fotoğrafta gördüğünüz Garbage grubunun solisti Shirley Manson da bunlardan biri.

Türkiye’de ise Kürke Hayır Platformu 2003 yılında kuruldu. Kürk karşıtı mücadeleyi de içeren, hayvan özgürleşmesi felsefesi hakkında araştırmalar yaparak mücadeleye başlayan Platform, Türkiye'de kürk karşıtı mücadelenin temelini attı ve halen de “Kürke Hayır”ı yüksek sesle haykırıyor. http://www.kurkehayir.gen.tr/

Hal böyleyken, ülkemizde de kendini sanatçı olarak sayan birçok isimden de benzer tavırlar beklerken, bu ay Time Out dergisinin kapağını görünce, içimde hem büyük bir hayal kırıklığı hem de büyük bir öfke belirdi. Şarkılarıyla büyüdüğümüz MFÖ’nün Mazhar Alanson’u, üstünde kürküyle derginin kapağında arz-ı endam ediyor. Fazla söze gerek yok sanırım, bir tarafta Shirley Manson’lar, bir tarafta bizim marjinal, asi (!) yıldızımız Alanson. Bir tarafta bizim kürkçü moda tasarımcılarımız, bir tarafta kürk karşıtı aktivist, dünyanın en ünlü moda tasarımcılarından İngiliz modacı Stella McCartney. http://blog.peta.org/archives/2008/10/stella_mccartne.php

Bu konudaki iç acıtan videolar ve Okan Bayülgen’in “Sade Vatandaş” programındaki kürk tartışması için aşağıdaki linke tıklayabilirsiniz.

http://video.google.com/videoplay?docid=-7899552985990395882

13 Mart 2009

ODTÜ'DE TÜBİTAK'A PROTESTO: "D"EVRİM OLDU EVRİM



Sevgili yurdumuzdan skandallar hiç eksik olmuyor. Güzel ülkemizde bir hafta hatta bir gün geçmiyor ki, bilim ayaklar altına alınmasın. Gündemimiz ışık hızıyla değişiyor. Her gün yeni bir skandala, flaş gelişmeye uyanıyoruz.
Geçen haftamız ise TÜBİTAK ile geçti. 200 yaşına ulaşan Darwin'i kapağına taşımak isteyen Bilim ve Teknik Dergisi sansüre uğradı. Toplumun çeşitli kesimlerinden farklı tepkiler yükseldi bu olayla ilgili. Basında da farklı başlıklar atıldı, farklı yazılar yazıldı. İktidara yakın yayın organları da sansürün esasında olmadığına dair kanıtlar ortaya atmaya çalıştı.
En yaratıcı tepkilerden biri ise ODTÜ'den geldi. ODTÜ, Türkiye'de üniversiteler arasında her zaman özel bir yeri olan bir kurum. Geçmişten günümüze muhalif seslerin en gür çıktığı üniversitemizdir ODTÜ. ODTÜ'nün stadyumunda "DEVRİM" yazısının hikayesini de daha önce Sol'duyum'da paylaşmıştım. Bugün bu stadyum ve Devrim yazısı TÜBİTAK yönetimini protestoya sahne oldu.

ODTÜ öğretim elemanları üyeleri ve öğrenciler, Bilim ve Teknik Dergisi’nin kapağının değiştirilmesine tepki olarak ODTÜ Stadyumu’ndaki "devrim" yazısının "d" harfini kapatıp "evrim" yazısı oluşturdu. Öğretim elemanları ve öğrenciler, stadyumun tribünlerinin "d" harfi bulunan kısmında toplanarak, alkışlarla protestoda bulundular. "D" harfinin öğretim elemanları ve öğrencilerce kapatılmasıyla tribünlerde "evrim" yazısı ortaya çıktı. ODTÜ Öğretim Elemanları Derneği Başkanı Prof. Dr. Melih Ersoy yaptığı açıklamada, UNESCO tarafından "Darwin yılı" olarak ilan edilen 2009 yılında, TÜBİTAK Bilim Teknik Dergisi’nin Mart sayısı için hazırlanan kapağının değiştirilmesinin, bilim ve bilimsel araştırmaları yaygınlaştırmak ve benimsetmekle sorumlu bir kurum için son derece kaygı verici ve kabul edilemez bir tutum olduğunu söyledi. "Darwin’in Evrim Kuramı’na karşı takınılan tavrın, ülkenin sürüklenmeye çalışıldığı noktayı göstermesi açısından önemli olduğunu iddia eden Ersoy, "Bu olay, tamamen dogmatik ve bilim karşıtı bir dünya görüşünün TÜBİTAK yönetimine egemen olmaya başladığını kanıtlamıştır. Bilimsel kuramların halka duyurulmasına bile tahammül gösteremeyen bu zihniyeti şiddetle kınıyor ve bu müdahalenin sorumluları olan Ömer Cebeci ve Nükhet Yetiş’in istifalarını talep ediyoruz" dedi. ODTÜ Biyoloji ve Genetik Topluluğu adına yapılan açıklamada da Bilim ve Teknik Dergisi’nde bir "özür kapağı" beklendiği ifade edilerek, şunlar kaydedildi: "Bu özür kapağına ne konulabilir sıkıntısı çekecekler için ODTÜ Stadyumu’nun tribünlerindeki buluşmamızda ’devrim’ yazısının ’d’sinin üzerine ’sansüre sansür’ tavrımızı ifade etmek için bir süreliğine kapatarak ’evrim’ yazısını açıkta bırakıyoruz." ODTÜ’deki 26 öğrenci topluluğu adına yapılan açılamada ise bilimsel üretimi ve bilimsel düşünceyi baskı altına almanın Ortaçağ’da rastlanan bir uygulama olduğu belirtilerek, "Karanlığa teslim olmayacağız" denildi.

BASINIMIZDA TÜBİTAK OLAYI
Tübitak'ın sansürüyle ilgili Türkiye'de gazeteleri bir haftadır takip ediyorum. İktidara yakın gazeteler çok sürpriz olmayacak şekilde Tübitak yönetimini destekler yayınlar yaptılar. Ama bu gazetelerde kimi yazarlar da olayı sansür olarak değerlendirdi ve tepkilerini ortaya koydular.
Star gazetesi "Darwin’e sansür haberi uydurma çıktı’ başlığını kullandı. Gazete bu iddiasını Devlet Bakanı Mehmet Aydın’ın “...Dergiyi gördüm. 14. ve 15. sayfalarında Darwin’in bütün kitaplarıyla ilgili tanıtım yazıları bulunuyor. Sansür olsaydı o yazılar da olmazdı” sözlerine dayandırmıştı. Oysa TÜBİTAK’ın evrimi konu eden kapağının değiştiği, evrim dosyasının tamamen çıkarıldığı, hiçbir yetkili tarafından yalanlanmamıştı. Star'ın yazarlarından Mehmet Altan ise gazetesinin aksine sansürü eleştirdi: "TÜBİTAK Darwin yasakçılığıyla UNESCO’dan çok uzaklaştığı gibi, İngiliz Kilisesi ve Vatikan’dan da daha bağnaz bir tutum sergiliyor" dedi.
Sabah haberi yorumsuz şekilde verirken yazarı Nazlı Ilıcak sansürü sert dille eleştirirken bir yandan da evrim teorisini eleştiriyordu: “...İslam gibi Hıristiyanlık da bu kurama karşıdır. Nasıl olmasın? Kutsal kitaplarda insanoğlunun Hz. Âdem ve Hz. Havva’dan geldiği yazılıyken, Darwin, maymundan evrildiğimizi ileri sürer. Netice itibarıyla, bunlar kanıtlanmış bilgi değil. Adı üstünde: Teori. Ama, kutsal kitaplara ters düşüyor diye insanları bu bilgiden mahrum da bırakamazsınız. Özellikle bunu TÜBİTAK gibi bir bilim kuruluşu yapamaz. ... İsteyen, istediği şeye inanabilir. Ama bir bilim kuruluşu, Darwin teorisine, Adnan Hoca gibi düşmanlık güdemez. Benim, kapağı değiştirttiği söylenen Prof. Ömer Cebeci’ye bir teklifim var. Darwin ile en iyi mücadeleyi Adanan Hocacılar yapıyor. TÜBİTAK’tan istifa edip, Adnan Oktar’a iltihak etsin ve onun Harun Yahya ismiyle yayınladığı şu kitapları okusun: Sosyal Silah Darwinizm; Darwinizm’in Sonu; Evrim Aldatmacası; Türlerin Evrim Yanılgısı; Bir Zamanlar Darwinizm.’’
Anadolu’da Vakit gazetesinde olayı Müslüman mahallesinde salyangoz satmak şeklinde yorumladı, "Kartel, Darwinizm avukatlığına soyundu" dedi. Gazetenin köşe yazarlarından Ali Taşçı "Ben artık okula gitmek istemiyorum" başlıklı yazısında, evrim teorisini Allahsızlık diye yorumladı. Milli Gazete’den Mahmut Topbaş ‘Maymun gözünü açıyor, bilgin açmıyor’ başlıklı yazısında, “Kur’an’da veya sünnette, maymundan insanın türediğini anlatan bir tek kelime yokken, Yahudilerden bir kısmının maymuna dönüştüğünü anlatan ayetler vardır” dedi.




12 Mart 2009

HAYVANLAR ÜZERİNDE YAPILAN VAHŞİ DENEYLER VE TÜRKİYE'DE SKANDAL BİR ÖDÜL





Hayvan Deneyleri, insan dışı hayvanlar üzerinde bilimsel tecrübe için yapılan araştırma ve testler olarak tanımlanıyor. Bu testler, üniversiteler, tıp okulları, ilaç firmaları, çiftlikler ve ticari deney laboratuvarlarında gerçekleşiyor ve deney konuları genellikle biyoloji, davranış bilimleri, genetik, biyomedikal araştırmalar, toksikoloji testleri ve kozmetik üstüne yapılıyor. Hayvanlar ayrıca eğitim, savunma alanları ve üretmede de kullanılmaktadırlar.

Her yıl dünyada 50-100 milyon arası hayvanın deneylerde binbir acıya maruz bırakılarak kullanıldığı tahmin ediliyor. Ülkesine göre üzerinde deney yapılan hayvanların büyük bir kısmı deneyin ardından öldürülebiliyor. Deney için kullanılan bu hayvanların bir kısmı deney hayvanı üretimi yapan firmalardan sağlanırken, bir kısmı vahşi yaşamda yakalanıyor, bir kısmı hayvan satış yerlerinden temin ediliyor.

Dünyada deney laboratuvarları için her türlü hayvanı sağlayan büyük şirketler var. Bunlar talepleri karşılamak amacıyla isteğe göre genetiği bozulmuş hayvanlar üretebiliyor. hastalık nöbetleri geçirebilecek, bazı kanser türlerine yakalanacak, diabetli, anemik, bağışıklık tepkisi olmayan hayvanlar, kendi rızalarının dışında böyle bir yaşam sürdürmeye zorlanmış canlılar.

http://deneyehayir.org/index.asp?PageID=33

Diğer yandan hayvanlar üzerinde deney yapılmasına karşı çıkan, bunun hem canlı hakları hem de bilimsel olarak yanlış olduğunu savunan birçok oluşum, hareket ve de şirket de bulunuyor. Çok de ciddi argümanlara sahipler.
Bir kere insan hastalıklarının sadece %2’sinden az bir bölümü (%1.6) hayvanlarda da görüldüğü, ABD’da hayvanlar üzerinde yapılan deneylerin, insanlar ve hayvanlar arasındaki anatomik ve biyolojik farklılıklar sebebiyle yanıltıcı olup olmadığı sorulduğunda, doktorların %88’inin yanıltıcı olduğu konusunda hemfikir olduğu belirtiliyor.
Geçmişte hayvanlar üzerinde yapılan deneylere göre, limonata ölümcül derecede zehirli; arsenik, ağıotu ve botulin ise güvenli bulunmuştu. Hayvanlar üzerinde güvenli bulunduğu için piyasaya sürülen binlerce ilaç, insan sağlığı üzerindeki etkilerinden dolayı yasaklandı ya da piyasadan geri çekildi.

Morfin insanlar üzerinde uyuma etkisi yaratırken, kedilerde heyecan yaratıyor. Aspirin insanlarda ağrı kesici olarak kullanılırken, fare, tavşan ve sıçanlarda ise doğum özürlü doğumlara sebep oluyor.


Yukarıda resimler hayvan deneylerinden. Emin olun bloğuma koymak için en yumuşak resimleri seçtim. Eğer yüreğiniz yetiyorsa animal tests yazıp bir Google'da aratın, sonra da vicdanınızın sesini dinleyin bir süre.

Tüm dünyada bu gelişmeler yaşanırken, hayvan deneylerine hayır diyenlerin sayısı çığ gibi artarken, (buna hayır diyen firmaların listesi deneyehayir.org'da) Türkiye’de ise yine bir “Mersin’e değil tersine gitme” durumu yaşıyoruz. Aynı nükleer santraller konusunda olduğu gibi.
Amacı “Ülkemizdeki nitelikli ve gelecek vaat eden üniversite öğrencileri arasında girişimcilik bilincini oluşturmak, öğrencilerin yeni iş fikirleri geliştirmelerini teşvik etmek, öğrencileri, parlak fikirlerini başarılı iş planlarına dönüştürmeleri sürecinde desteklemek ve ticari başarı potansiyeli yüksek iş fikirlerinin hayata geçirilmesine yardım etmek” olarak açıklanan ve çeşitli üniversite ve firmaların destek verdiği Bir Fikrin mi Var yarışmasında ( http://www.birfikrinmivar.com/ ) bu ilk yılki yarışmanın birincisi olarak "Türkiye'nin ilk özel deney hayvanı üretim laboratuvarı" fikrinin sahibi Begüm Bugdaycı oldu.

Dünyada tıp, hayvansiz testin pesinde koşarken, Türkiye’de bir yarışmada böylesine bir fikre ödul verilmekte hiç sakınca görülmedi. Türkiye ve dünyadaki hayvan hakları ihlalleriyle savaşan binlerce örgütün söylem, emek ve calışmalarına kayıtsızlıkla verildi bu ödül. Tüm dünya hayvansız deneyler icin türlü girişimler içindeyken ve zalim olmayan projelerin geliştirilmesine hatırı sayılır bütçeler ayrılırken bu demode, eski ve güvenirliği tartışılır deney işi için kobay üretme fikrine birincilik ödülü verilmesi Türkiye’nin zaten sicili çok bozuk hayvan hakları ve tüm canlıların haklarına saygı karnesine bir büyük bir skandal daha olarak ekleniyor.



9 Mart 2009

KOTLAR BEYAZLIYOR,HAYATLAR KARARIYOR




Kapalı, havalandırması olmayan bir ortamda çalıştık. Ufak, bir soba borusunun geçeceği büyüklükte bir delik açılmıştı. Nalburda satılan basit maskelerden kullanıyorduk. Onu da şartlı veriyorlardı bize.

İsmail Hakkı Durgun (Kot taşlama işçisi)

Onlar, biz beyazlaşmış kotlar giyelim diye ölüyorlar, ölüme doğru yürüyorlar, amansız hastalıklara kapılıyorlar. Kot taşlama işçileri. Patronların övmekle bitiremediği, Türkiye ekonomisinin lokomotif sektörü olduğunu, bu yüzden asgari ücretten sendika hakkına, çalışma koşullarından teşviklere kadar binbir türlü ayrıcalık istediği tekstil sektörünün ağır işçilerinden onlar. Işıksız, havasız kötü koşullarda, sigortasız, kayıtdışı çalışıyorlar. Hiçbir sosyal hakları yok.


Tekstil sektöründen işçi güvenliğini yok sayan atölyelerde çalıştırılan binlerce kot taşlama işçisi tedavisi çok zor ve maliyetli olan silikozis hastalığına yakalanıyor.


Silikozis hastası işçilerin kurduğu Kot Taşlama İşçileri Dayanışma Komitesi, hem bu konuda kamuoyu yaratarak halktan destek görmek, hem de aynı Tuzla tersanelerinde olduğu gibi kot taşlama alanında yaşanan ölümlere gözünü kulağını kapayan hükümeti uyarmak için uzun süredir mücadele diyorlar.




Nefessiz kalan bu emekçilerin bizim nefeslerimize ihtiyaçları var. Nefesimiz yeterince güçlü olursa, binlerce silikozis hastasının yeniden soluk alması kolaylaşacak. Bunun için Çarşamba günü bir etkinlik düzenleniyor.


Kot Kumlama İşçileri Dayanışma Komitesi tarafından düzenlenen konser, 11 Mart Çarşamba günü Akatlar Mustafa Kemal Kültür Merkezinde yapılacak.
Şebnem Sönmez'in sunuculuğunu yapacağı konserde Arif Sağ, Cahit Berkay, Mor ve Ötesi, Emrah Karaca, Kardeş Türküler, Anadolu Ateşi oyuncuları sahne alacak.
Konser biletleri, Biletix noktalarında ve ''www.biletix.com'' internet adresinden satılıyor. Konserden elde edilecek tüm gelir, ''Silikozis'' hastalarının tedavi ve hukuki giderleri için harcanacak.




Bu konserde kot taşlama işçileri için buluşalım, onların yanında olalım. O gün gelemezsek bile mutlaka bilet almanızı öneririm, en azından maddi desteğinizle kot taşlama işçilerinin bu yaşamda kalma mücadelesinde onların yanında olalım.

4 Mart 2009

ŞEHR-İ İSTANBUL’DAN METROBÜS İZLENİMLERİ


İstanbul’un Anadolu yakası ahalisinin uzun zamandır merakla beklediği Zincirlikuyu-Söğütlüçeşme metrobüs hattı dün açıldı. Ben de iki gündür akşamları Metrobüs’ü kullanıyorum. Dün akşam erkenden eve dönerken başka bir güzergahtan gitme şansım varken sadece test etmek için kullandım metrobüsü, bugün de akşam tam da iş çıkışı saatte, saat 6.30 civarları Türkiye topraklarında hatta tüm Balkanlar ve Ortadoğu’da metrekare başına en çok insanın ve aracın (ve de servislerin tabii) düştüğü Zincirlikuyu muhitinde metrobüsü kullandım.

O trafiği ancak yaşayan bilir, yaşamayana anlatmak zordur. Trafiğin en yoğun saatidir saat 18-18.30 arası. Ali Sami Yen Stadı’nın önünden köprü girişine varmanız, yani 5 dakikalık yolu katetmeniz bazen 1 saat sürür. Dur kalklarla özel aracınız içindesiniz ayaklarınız telef olur, toplu taşıma aracındasanız ise zihniniz, ruhunuz, psikolojiniz aynı kaderi paylaşır. İstanbul’a karşı nefret duygularınız artar. Gtime hayalleri kurarsınız uzak diyarlara. Hele toplu taşıma aracında bir de ayakta duruyorsanız, aman anam, oflar poflara, sayıklanmalar küfürlere karışır.

Bunları yaşayan insanlar işte metrobüsü merakla bekliyordu. Merak edenlerden biri de açıkçası bendim. 7 dakikada köprüyü geçip, 11.2 kilometrelik hattı 24 dakikada tamamlayacağı belirtiliyordu metrobüsün. Ee yıllarca köprü trafiğinde ömrünü, gençliğini tüketmiş bizlere vadedilecek en güzel şeylerden biriydi bu.

Zincirlikuyu’dan metrobüs durağına inerken bugün ilk planda gözümüz korktu açıkçası. Mahşeri bir insan kalabalığı “aman geri dön, zaman varken” diyordu adeta. Tabii bazı şeylere önceden hazırlıklıydık. Malum biz yolunu yapmadan dağ başında bir yerde Olimpiyat Stadı yapmış bir ülkeyiz. Metrobüs de seçim yatırımı olarak tüm hazırlıkları tamamlanmadan açıldığını belli ediyordu her haliyle.

İlk sorun yeni açılan bu hatta henüz yeterli araç olmayışı. Bugün de olduğu gibi özellikle Zincirlikuyu'da akşamları mahşeri bir kalabalık olacak, bunu öngörmek için kahin olmaya gerek yok. Beleş metrobüs sorunsalı bir an önce çözülmeli. Zincirlikuyu'daki turnikeler sembolik olarak duruyor orda şu anda. Mahşeri kalabalığın yarısı bedavaya akbil basmadan geçti bugün. Yazık, bir görevli üstüne çığ gibi gelen kalabalığın arasında kalmış, ne yapacağını şaşırır halde gelen yüzlerce soruyu cevaplandırmaya çalışıyordu.


Gelelim olayın en can alıcı boyutuna. Araçların nerede duracağı belli olmuyor. Çok uzun bir alana insanlar yayılıyor. Ön tarafta bekleseniz araç arkada duruyo arkaya gidiyorsunuz araç bu kez ön tarafa gidiyor yolcuyu ordan alıyor, siz sıraya girdiğinizle kalıyorsunuz. Bugün akşam insanlar uzun sure bekleyip binemedi metrobüslere. Şanslı olanlar binebildi. Sinirlenen insanlar oldu. İsyan edenler. Toplumca alışık olduğumuz kaotik bir ortamı yaşıyorduk yine. Adalet ve düzen sorunsalları metrobüse de birebir yansımış durumda.

Metrobüse bindiğimizde içerisi o kadar kalabalıktı ki. Bir ucunda öbür ucuna büyük bir mesafe var. Hani İstiklal Caddesi’nde girişte bakarsınız uçsuz bucaksız bir insan seli görürsünüz, bunun mikro bir halini saat 18.30 civarlarında metrobüste yaşayabilirsiniz. Farklı bir deneyim gerçekten.


Metrobüs kendine ayrılan yoldan çabucak köprü trafiğine karışıyor. Emniyet şeridinden yoluna devam ediyor. Ama benim gibi ayakta ve sıkışık durumdaki yolcular hallerinden gayet memnundu sanrım. Ee çünkü çok uzun sürmeyecekti bu. Köprü gişelerine maksimum 7-8 dakikada ulaşılıyor.

O an farkediyoruz ki metrobüs uyanıkları da şimdiden türemiş. Metrobüslerden ambülans olarak faydalanılabiliyor bazı araç sahiplerimiz tarafından. Ambülansın peşine takılır gibi metrobüsün arkasına takılıp emniyet şeridinde gitmeyi mazur göstermeye çalışmaları ile karşılaşıyoruz.


Köprüdeki yoğun trafiğin ardından sanki sihirli bir değnek değiyor. Bir anda bomboş yolda ilerlemeye başlıyorsunuz. Sağınıza bakıyorsunuz ki, Türkiye insanının alamet-i farikası, üç şeritli yolda 6 şerit oluşturmanın yine usta işi bir icrasını görüyorsunuz.

O an insanların yüzüne ve gözüne baktım metrobüstekilerin ve de yolda özel arabaların içindekilerinin. İki felsefe çarpışıyordu adeta. Birincisi “Kalabalığa razıyız, yeter ki çabuk gidelim” felsefesi. “Eh biraz kalabalık ama yine de 1.5 saatlik yolu 20 dakikada gideceğiz. Bu bize yeter.” “Normalde karşıya ancak 1.5 saatte gidebiliyorum. Metrobüsle tıkış tıkış gitmeye razıyım. Yeter ki evime çabuk gideyim.” diyenlerin çok olduğunu gözlemledim bu iki gün yüz ifadelerinden. Diğer bir yaklaşım ise “Off Çok kalabalık. İçeride bunaldım Bu halde sıkışık gitmektense bir daha metrobüse binmem ya” yaklaşımı. Bugün bir teyzemiz isyanını yüksek volümle haykırıyordu. Gençlerin saygısızlığından başladı, metrobüse binerken ezilme tehlikesine geçirdiğine geldi konu, ordan İstanbul’un bir köye dönüştüğü, ne yapılsa olmayacağına.

Duraklarda henüz durak isimleri yazmıyordu. İstisnasız herkes adeta İstanbul’u yeniden keşfedercesine "bu durak ne, burdan oraya nasıl geçiliyor, E-5 için hangi durakta iniliyor" gibi soruları ardı sıra yöneltiyordu birbirine.

Diğer bir konu ise bazı durakların tenhada kalması ve akbil dolduracak ya da jeton alacak yakınlarda bir yer olmaması. Hadi akşam tamam da geç saatlerde metrobüs güvenli olacak mı soru işareti yaratıyor şimdiden.

Metrobüsteki insanların yüzüne bakmaya devam ettim sonra. Genelde derinlerde bir gülümseme gördüm yüzlerde sanki, hafif kibirli, hafif üstten bakan. Yanından hızla geçilen araçlara doğru bir ''oh oh, nasıl geçirdik'' ifadesi sanki okunuyordu yüzlerde, bilmiyorum yoksa ben mi fesatım. Günün birinde mutlaka metrobüsten birisi yanından geçtiği arabalara dil çıkaracaktır, nanik yapacaktır.

Hepimiz farklıyız toplumda. Ama İstanbul trafiğinde eşitleniveriyoruz. Jeep’iniz de olsa, Anadolu’nuz da, aynı trafik içindesiniz. Sınıfsal hıncı olanlar, bunu bastırmak isteyenler için birebir metrobüs, öneririm.

Boş yolda hızla giderken aklıma birşey daha geldi. Her türlü kazanın normal karşılanabildiği Türkiye’de acaba metrobüs yolunda hiç kaza olur mu, bakalım Allah korusun olmaz inşallah, olursa da yine tarihe geçeceğiz millet olarak.


Ama şu açık bence, metrobüs trafik sorununu çözmez. Diğer yandan ise insanların trafilkle ilgili bazı sorunlarını çözebilir. Bir saatte 20 bin yolcu taşıyacağı hesaplanacak olursa önemli bir ulaşım koridoru açılıyor. Trafik sorununu çözmez dediğimiz gibi ama birçok insanın yolda yaşadığı psikolojik sorunlarını çözmede yardımcı olacak. Şu andaki olumsuz yönleri mevcut yolları daraltmış olması ve emniyet şeritlerini ortadan kaldırmış bulunması. Bunlar için birşeyler düşünülüyordur herhalde.

İşin siyasi boyutuna gelirsek, yaklaşan seçimler öncesi bu işin Topbaş’a artı puan getireceği kesin. Bugünü kurtaran, günlük bir yatırım çünkü. Tabii rakip Kılıçdaroğlu’nun seçim projelerini açıklamayı tam da Metrobüs’ün açıldığı günlere denk getirmesi ciddi bir taktik hatası olarak ortaya çıkıyor.

3 Mart 2009

LOST GEÇEN SEZON NİYE 13 BÖLÜM YAYINLANDI VE SABAH ACABA İLK HANGİ TARAFINDAN VAZGEÇER?


“Kimimiz sivildi, kimimiz asker, kimimiz kentliydi, kimimiz rençper, kimimiz Kürt’tü, kimimiz Çerkez, başı örtülümüz de var, mini eteklimiz de. Sağda olanımız da var, solda olanımız da. Hangi tarafımızdan vaz geçelim?”


Yaklaşık 1 aydır televizyonlarda dönen, yolumuz üstünde billboardlarda karşılaştığımız, radyolarda duyduğumuz bir reklamdan bu alıntı. Karşılaşmışınızdır büyük ölçüde, Sabah Gazetesi’nin reklamından bu sözler. Belki ilk okuduğunuzda hoşuna gitmiştir, ne güzel demokrasiye, çoğulculuğa, hoşgörüye vurgu yapıyor reklam, aferin be demişinizdir. Peki sizce Sabah Gazetesi hangi tarafından vazgeçer veya vazgeçmiştir?


Bugünlerde Sabah ve ATV’nin Balmumcu’daki binasının önünden geçiyorsanız, bir pankart gözünüze çarpacak binanın girişine asılmış. 13 Şubat’ta Türkiye’de basın dünyası yepyeni bir güne uyandı çünkü. Türkiye Gazeteciler Sendikası (TGS), Turkuvaz Medya grubuna bağlı işyerlerinde Grev başlattığını açıkladı. Tam tamına 29 yıl aradan sonra Türkiye’de basında bir grev yaşanıyor 13 Şubat’tan bu yana. Sabah tesislerinin kapısına “Bu İşyerinde Grev Vardır” yazılı pankartları asan TGS, greve neden çıkmak zorunda olduklarını 13 Şubat tarihli açıklamasında şöyle duyuruyordu: “Türkiye Gazeteciler Sendikası (TGS) olarak, Toplu İş Sözleşmesi görüşmelerinde, 59 maddelik teklifte ücret, sosyal yardım, kıdem tazminatı ve ihbar tazminatı gibi parasal haklar ile gazetecilerin mesleki haklarını koruyan 37 maddeyle ilgili işverenin uzlaşmaz tutumu sonucu, ATV ile SABAH gazete ve dergi gruplarının bağlı olduğu Turkuvaz işletmesinin İstanbul Balmumcu ve Sefaköy ile Ankara Balgat işyerlerinde grev başlattık...”

12 Eylül darbesinden bu yana, 29 yıldan beri ilk kez bir basın-yayın kuruluşunda Türk-İş’e bağlı Türkiye Gazeteciler Sendikası (TGS) Çalık Holding’in Turkuvaz Medya Grubunda (Sabah, ATV, Aktüel ve diğer dergiler) 5 Aralık 2008’de grev kararı alındı, yasal süre olan 60 gün dolunca grev 13 Şubat’ta başladı.

Basın iş kolunda çalışanların çoğu sendikalı değildir. Sol tandanslı gazetelerde bile sendikanın lafı bile edilmez. Sabah grubunda basın emekçileri sendikalaşması grubun TMSF’e devri ve TMSF’ce yönetimi zamanında gerçekleşmişti. Ama Çalık Grubu başa gelince, 400 sendikalı sayısı yönetimin çabaları sonucu 30’a indirildi. Şu anda greve ATV’den sendika işyeri temsilcileri dahil kimse katılmıyor, Sabah’tan 3, dergi grubundan 7 olmak üzere 10 kişi grevde. 10 grevci işçi 17 Şubat’ta işten çıkarıldı.

Grevdeki emekçilerin sayısının bu kadar az olmasının sebepleri var tabii. Greve çıkmak isteyenlerin çoğu işsiz kalmakla tehdit edildi. Sendikadan ayrılına sarı basın kartı vadedildi. Bu süreci daha iyi anlamak için Express Dergisi’nden grevci basın emekçisi arkadaşlara kulak vermek isabetli olacak:

- “Müdürümüz “bir düşün, sonuçları kötü olacak” deyince, “sendikadan çıkmam için bir sebep göster” dedim. “Desen ki ‘sendikacılar kedi kesiyor, yaşlıları tekmeliyor’, tamam, çıkayım. Ama gösterebildiğin tek sebep, “mainstream medyada gazetecilik yapamazsın.” Bu sebep değil ki, tehdit.
- Gayet ciddi, ‘sendika nedir?’ diye soran arkadaşlarımız oldu. -“Sendikaya üye olursam solcu olacak mıyım?” diye soranlar oldu. -Örgüt deyince, PKK geliyor akıllarına. Meslektaşımız bir kız “ben işçi miyim?” dedi. “Patron değilsen, nesin?” dedim. Ya o taraftasın, ya bu taraftasın. Bizi tehdit edenler de işçi. Onlar da her an işten atılabilir. Hiç bir grupta editoryal bağımsızlık yok, burada da yok. Coca-Cola’da direniş vardı, yayınlanmadı. Aktüel’den bir arkadaşımız DESA’da greve çıkan Emine Aslan’ın haberini yapmıştı. Beğenildi, basılacaktı. Sonra, ilan verenden, DESA’dan telefon geldi, haber iptal edildi.
- Sefaköy’de 70 Çevik Kuvvet bizi karşıladı. Dergi grubunda greve çıkan yedi kişiydik. Her birimize onar Çevik Kuvvet düşüyordu. Polislere sorduk, ‘Niye bu kadar kalabalıksınız? Biz ne yapacağız ki?’ Onlar da ‘şirket öyle istemiş’ dedi.

Sizce Lost niye 13 bölüm yayınlandı geçen sezon?

- Adam sendikayı Sovyetler’de kalmış zannediyor. Mesela dizi seyrediyor, “Lost”u takip ediyor. “Lost” geçen sezon 16 bölüm yerine 13 bölüm yayınlandı. Niye?” diye soruyorum. Bilmiyor. “Çünkü Amerika’da senaristler grevdeydi.” Hollywood’da senin hayatında kazanmadığın parayı dizinin bir bölümünden kazanan senarist sendikalı ve grev yapıyor. Ondan da fazla kazanan aktörler bu greve destek veriyor, “ne kadar çağdışısınız, sendika da ne!” demiyor. Senin bütün medya kuruluşlarından daha büyük bütçesi olan ABC televizyonu prime time’da en çok reklam geliri olan diziyi üç hafta yayınlayamıyor! Neden? Sendika var, grev var..

Tabii greve katılmayan, katıl(a)mayan arkadaşlara da hak vermek gerekiyor. Biz gazeteciler belki Türkiye’de en nitelikli, en eğitimli çalışanlara sahip bir işkolunun parçasıyız. Ama diğer yandan basın sektörü ve gazetecilik Türkiye’de en zorlu koşulları olan iş kolu belki. Örgütlülük sıfıra yakın. İşletme sayısı az. Maaşlar düşük. İşsiz kalındığında aynı sektörde iş bulmak hiç de kolay değil. Eşi, çocuğu olan, harcı borcu olan bir gazeteci, bir televizyoncu, bir iletişimci bazı şeyleri yaparken, bazı kararları alırken iki kere düşünüyor. Herkes bir kere düşünüyorsa biz iki kere, üç kere düşünüyoruz. Greve katılan 10 kişi belki ama gönülden bu greve destek verenlerin sayısının çok olduğunu düşünmek ve ummak istiyorum.


Sendikaya üye oldu diye gazeteciyi tehdit etmek, sendikadan istifaya zorlamak, greve çıkanları ise işten çıkarmak. Sonra da toplumdaki çok renkliliğe, çok sesliliğe, farklılıklara saygıya vurgu yapan bir reklamı yayına sokmak. Sizce bu reklam ne kadar samimi?
Peki diğer medya grupları, gazeteler, televizyon kanalları, anlı şanlı köşe yazarları. Her konuda görüş açıklayan, demokrasi, insan hakları ahkamları kesen köşe yazarları, solcusundan sağcısına, İslamcısından Kemalistine anlı şanlı köşe yazarları nerede? Büyük medya gruplarının yayın organlarındaki sessizlik, görmezden gelme niye sizce?


ATV/Sabah çalışanı grevci basın emekçileri, gazeteciler haklarını alana dek her Cumartesi saat:18.00’de, Taksim’den, Galatasaray Lisesi önüne dek yürümeye devam edecekler.

Onların amaçları kahramanlık falan değil. Blogları sabah-atvgrevi.blogspot.com’da yazdıkları gibi “Sadece bu süreçle birlikte basın tartışılsın, basın çalışanları kendi mesleklerine sahip çıksın, falanca müdürden korkarak haber yazmasın, ya da birileri onu tetikçiliğe zorlarken karşı çıkacak gücü bulsun istiyoruz. İşte bunun için toplu hareket etmek gerekiyor. Bu toplu olma hali de ancak sendika üstünden yürür. Diğer önemli noktaysa toplu sözleşme. İş güvencesi olmadan, işten atılamayacağını bilmeden bu ülkede özgür gazetecilik olmaz. Bu kadar basit. İşin maddi boyutundan ziyade bu boyutu önemli. Yoksa 10 yıl sonra da aynı mevzuları konuşur, oluruz.” Tek dertleri bu.