27 Ocak 2009

BU SEÇİMDE OSMAN ÖZGÜVEN’LERİN SAYISININ ARTMASINI DİLİYORUM



Yerel seçimler yaklaşıyor. Yaklaşık 1,5 aylık bir sure kalsa da Türkiye’yi çok da seçim heyecanının sardığı söylenemez. Önümüzdeki dönem halkın gündeminde de seçimler çok da ön plana çıkmayacak gibi. Belediye seçimleri konusu diğer birçok konuda olduğu gibi Türkiye’de de kısır siyasi çekişmelerin kurbanı oluyor, belediyecilik konuşulmuyor, sosyal belediyecilik tartışılmıyor. İsimler üstünden gidiliyor, hatta çoğu zaman seçmenler adaydan çok partiye, başkanına sempati duyup oy atıyor veya kızıp tepki diye başka partiye atıyor.

Seçimlerde en önemli üç arenanın ne olacağı ise şimdiden belli. İstanbul, Ankara ve Güneydoğu’daki belediyeler. Ben de hem bu belediyeler için, hem de başka diğer iller ve ilçeler için gönlümden geçen isimleri, kimlere yakın durduğumu bu yazıda kısaca aktarmak istedim. Tabii şimdilik şüpheyle yaklaştıklarım, özellikle önümüzdeki 1 aylık sürede neler yapacağını, ne gibi projeler açıklayacağını merak ettiğim isimler de var.

Hayatımda şimdiye kadar sanırım 5-6 seçim yaşadım, hiçbirinde şimdiye kadar sağ bir partiye oy atmadım, atmam da. İlk seçimim dışında da hep sosyalist parti veya adaylara oy attım. Bu seçimde de duruşumun bu olmasını istiyorum ama tabii diğer yandan belediyeciliğin dürüstlüğün, şeffaflığın hizmetle, vizyonla birleştiği bir alan olduğunu da düşünüyorum. Dolayısıyla belediye seçimlerinde partizanlığa da çok yer yok, takım tutar gibi parti tutmaya da.

İstanbul’da AKP Kadir Topbaş’ı bir dönem daha aday gösterdi. CHP ise Kılıçdaroğlu’nu onun karşısına çıkardı. Kılıçdaroğlu son dönemin en popüler ismi. Yolsuzluklara karşı verdiği mücadele ile yıldızı parladı.

Vatan Gazetesi’nde dün Okay Gönensin bir yazı yazdı CHP’nin onu aday göstermesiyle ile ilgili ve bir anda çok tepki topladı. http://haber.gazetevatan.com/haber.vatan?detay=CHP_Istanbulu_terk_etti&Newsid=220059&Categoryid=4&wid=11

Gönensin’in benim de katıldığım görüşleri şöyle: Kılıçdaroğlu, herşeyden once bir İstanbullu değil. İstanbul’da yaşayanların ruh hallerini, beklentilerini bilmemesi doğaldır.Bürokrat bir geçmişi var. Belediyecilik ise biraz projeciliği, vizyonerliği gerektiren bir iş kanımca. Kılıçdaroğlu yerel seçim propaganda stratejisinin öncelikle yolsuzluk meselesi üzerine kuracak. Evet, Kılıçdaroğlu, yolsuzluklara dikkat çekmede ve yolsuzlukları teşhir etmekte başarılı ama İstanbul’u yönetmek için yeterli mi. Ulaşım sorunu, trafik, su sorunu gibi devasa sorunlar var. Bunlara projeleri neler Kılıçdaroğlu’nun bu henüz belli değil. Bunları ortaya koymalı bir an once. Şu an için benim açımdan tatminkar bir isim değil o. Özellikle aday adayları arasında yer alan Ercan Karakaş gibi vizyoner ve solun etrafında bütünleşebileceği de bir isim bence İstanbul’a daha uygun olacaktı. İstanbul’da AKP zihniyetinden kurtulmayı diliyorum ama salt ondan kurtulma adına şu haliyle Kemal Bey’i desteklemek için erken gözüküyor.

Ankara’da CHP çok doğru bir karar verdi. Ankaralı için Karayalçın efsane bir isimdir. Geçmiş başkanlığında soldan sağdan herkesin takdirini kazandı. Bu dönemde de Melih Gökçek’in karşısına çıkacak en uygun isimdi. Gökçek’e seçimi kazandıran varoş ve gelir eğitim düzeyi düşük ilçelere de gitmek, ordaki halka ulaşmak için doğru bir isim ayrıca. Halka üstten bakan sosyal demokratlardan olmadı hiç Karayalçın. DTP ve bazı sol partiler destek açıklamasa da yine bireysel olarak birçok solcunun oyu Karayalçın’a gidecektir.

İzmir’de zorlanacak olsa da yine Aziz Kocaoğlu ile CHP’nin kazanacağını düşünüyorum. Ama Priştina ruhu ve vizyonunu canlandırmalı Kocaoğlu, geçmiş döneminin üstüne mutlaka birşeyler eklemeli, yoksa İzmir de yavaş yavaş AKP’nin kucağına gidiyor.

CHP’nin diğer bir doğru hamlesi Hatay’da oldu. Geçmiş dönemde başarılı olmuş, sonra partideki yanlış politikalara kurban gitmiş kadın aday İris Şentürk bu sefer yine ipi göğüsler gibi görünüyor.

Eskişehir’de ise efsane başkan Büyükerşen’in karşısına CHP’nin aday çıkarması bir skandal. Söylenecek çok şey yok.

Nişanlımın yaşadığı şehir Bursa. Benim de artık ikinci şehrim oldu. Orda da sonucu merak ediyorum. Nilüfer dışında ama bütün belediyeler şu anda AkP önde gibi. Sena Kaleli, CHP adayı, ciddi bir alternatif gibi dursa da şehrin muhafazakar yapısını aşar mı o bilinmez. Onu öne çıkaracak olan AKP’nin aday belirlerken yaşadığı sıkıntılar, bayan olması, iş dünyasıyla yakınlığı ve açıklayacağı farklı projeler olabilir.

Yine iki CHP'li aday, Erzincan adayı Nuran Uygun ve Kastamonu adayı Müjgan Alagöz, bu iki bayanın başkan olmasına, sözkonusu kişileri çok tanımasam da, bir gönül yakınlığı hissediyorum.

Diyarbakır olsun, Tunceli olsun, tüm Güneydoğu ve Doğu’daki belediyelerde AKP’nin gözü var. Bu bölgede tüm belediyelerde gönlüm DTP'den yana. Devletin ve hükümetin çıkardığı türlü zorluklara rağmen bu belediyeler hizmetlerini sürdürüyorlar. Sadece DTP’nin kazanmasını değil, önümüzdeki dönemde buralardaki insanların kendi dillerinde de hizmet almalarını çok önemsiyorum. Şu anda AKP’de olan Doğu’daki birkaç belediyede de DTP’li isimlerin kazanmasından yana gönlüm.

Sosyalist solun başkanlıkta olduğu tek ilçe, Artivn Hopa. Türlü baskı, önleme ile yaptılar görevlerini geçen dönem, halkın takdirini kazandılar. İkinci dönemde de Hopa’nın ÖDP’de kalmasından yana gönlüm.

Onun dışında, TKP olsun, EMEP olsun, SDP olsun, bağımsız sol ve yeşiller adaylarının da bu seçimde birkaç belediyede zafer kazanması en büyük dileklerimden.

Adana’da artık bir Aytaç Durak imparatorluğu kurulacak nerdeyse. O kazanmasın da kim kazansın diyen ve diyecek öyle çok insan var ki.Ama yeni bir Durak dönemi kapıda gibi.

İstanbul Şişli’de Sarıgül önemli bir belediyecilik başarısına ulaştı. Herkesin başkanı oldu. Onu sevelim, sevmeyelim gerçek de bu. Sultanbeyli CHP’li imam aday, bilmiyorum biraz zor gibi.

Kadıköy ve Beşiktaş’ta kanımca CHP’nin adayları son dönemlerinde çok yetersiz kaldı. Bu ilçeler böyle adayları çok da haketmiyor bence, tüm partiler açısından.

Şu an yaşadığım Maltepe ve çevresindeki, Pendik, Tuzla ve Kartal’da AKP gücünü koruyor, bu seçimleri de alır gibi gözüküyor. Özellikle AKP Kartal’a çok önem veriyor. Şu an ne CHP ve solun gösterdiği adaylar belli değil Maltepe’de, İstanbul’un bu yükselen ama sorunlarının da (özellikle e-5 üstü kesimlerde) çığ gibi yükseldiği ilçelerinde sol alternatif olmayı bir türlü başaramıyor.

Bu seçimlerde kalbimin en çok atacağı isim ise kesinlikle Osman Özgüven. Dikili Belediye Başkanı. Bir belediyenin halkla birlikte halkın yararına nasıl yönetileceğinin en önemli kanıtı Türkiye’deki. Sosyal belediyeciliğin en önemli temsilcisi. AKP onu aşağı çekmek için türlü şey yaptı, olmadı. Umudum ve dileğim onun tekrar kazanması ve tüm ülkede Osman Özgüven’in sayılarının artması.

Sol için bu seçimler de pek parlak bir dönem değil ne yazık ki. Hazırlıklara çok geç başlandı, ortak adaylarda, halkın benimseyeceği adaylar ortaya çıkarılamadı. Sosyal belediyeciliğin farkı, avantajları anlatılamadı yeterince. Birliktelikler açıklandı ama içi doldurulamadı bunun. O yöredeki soldaki güçlü adaylar etrafında birleşilemedi.







22 Ocak 2009

"ÇOCUKLAŞMIŞ BİR TOPLUM BU, BÜYÜYEMİYOR BİR TÜRLÜ"





Gündüz Vassaf’ın Türkiye’nin en önde gelen aydınlarından. 1946 yılında ABD’de doğan Vassaf, psikoloji eğitimi almış, psikolojik danışmanlık, Uluslararası Psikologlar Konseyi yönetim kurulu üyeliği yapmış bir isim. Vassaf, 12 Eylül askeri darbesinden sonra öğretim üyesi olarak görev yaptığı Boğaziçi Üniversitesi’nden istifa etmiş. Yurt dışına giderek, Kasel, Bremen ve Marburg Üniversitelerinde öğretim üyeliği, Kanada’da McGill Üniversitesi Center for Developing Area Studies’te konuk akademisyen, Amsterdam’da Averoes Stichting’de klinik psikolog, Viyana’da Instutude für Hohore Studium’da konuk araştırmacı olarak görev yapmış. 40 Yıl Önce 40 Yıl Sonra Amerika, Cennetin Dibi, Annem Belkıs ve Cehenneme Övgü Gündelik Hayatta Totalitarizm gibi ufuk açan kitapları var. Ayrıca Radikal’de her Pazar Uçmakdere köşesinde ezber bozan yazılar yazıyor, düşünceler dillendiriyor.

Aylık müzik dergisi Roll’n Ocak sayısında Vassaf ile bir röportaj var. Özellikle ABD’nin yeni başkanının göreve başladığı, dünyada ise ırkçılığın, şiddetin, kardeş kavgasının iyice azdığı şu dönemde her zamanki gibi ufuk açıcı görüşleri var Vassaf’ın, birkaçını burada aktarmak, Serkan Seymen’in röportajdan alıntılamak istedim.

-Amerika bir dev, bastığı yerin farkında değil. Amerika’nın dev olduğunu, sokaktaki Amerikalı da biliyor, ama masallardaki iyi niyetli dev olduğunu zannediyor. Gittikleri yere, iyilik için, özgürlük için gittiklerini düşünen çok. Bu dev, bastığı yeri ezdiğinin farkında değil.

- Amerika çok sembollerle gidiyor. Orada bir siyahın seçilmesi, onun ne düşündüğünden daha önemli. Tarih içinde de cereyanlara uyum sağlayan bir toplum, iktidarını uyum sağlayarak koruyor.

- Aleyhtte kültür, tüketilen bir kültür, Amerikalının kendisini daha iyi hissetmesine yol açıyor. Kendimizi de eleştiriyoruz gibi geliyor, ne kadar özgürüz gibi geliyor. Ama birleştiren ve birlikte birşeylere karşı çıkılmasını sağlayan bir kültür değil bu. O popüler kültür ürünleri, o şarkılar birer şikayet mektubu, ama düşünce üreten ürünler değiller.

- Dünya Amerika’ya bırakılmayacak kadar önemli. Amerika da Amerikalılara bırakılmayacak kadar önemli.

- İnsan Hakları Evrensel Beyannemesine konmasını istediğim bir madde var: Çocuklar 18 yaşına gelip reşit olana kadar anne-babalarının onlara hiçbir dini telkinde bulunma hakları olmasın.

- Kullan-at anlayışının bedensel ilişkiye, bedenlerimize uygulanmasını yaşıyoruz. Ben senin için şunu verebilirimi artık az duyuyorum mesela, ister yılları, ister sevgiyi, ister milyarları, ister yatları katları olsun vermek daha önceydi galiba. Şu an almak var. Sen bana ne verebilirsin oluyor soru. Aşkla sevgiyle birlikte seks de tüketim biçimi oldu.

- Ben 6-7 Eylül gecesi ilk kez insandan korktum. İnsanın kendi ülkesinde, kendi insanından korkması korkunç bir şey.

- Çocuklaşmış bir toplum bu. Büyüyemiyor bir türlü. Babasından özgürleşemiyor. Ne yaparsa, “babam da böyle yapardı” diyor.

- Ben haklıydım demek için tarihi öğreneceksek, hangi tarihi tez kazanırsan kazansın, işin içine bir kere kazanmak girecek. Tarih benim haklı olduğumu ispatlamak için kullanılıyorsa, o tarih çöpe atılsın bence.




21 Ocak 2009

RAHAT UYU HRANT BİZ BURADAYIZ



Bizler artık yeni yılı 31 Aralık’ta değil 19 Ocak’ta başlatıyoruz. Zamanı döndürecek güce sahip olanı büyük kaybımızdan biliyoruz. Hrant Dink’i kaybettiğimiz o uğursuz günüyse bir idrak ve eylem miladı olarak sahipleniyoruz. Öte türlüsü ihanet olurdu, Hrant’a ihanet, hayata ihanet.Sorumuz da, sözümüz de aynı: İki yıl oldu, ne oldu? Hem çok şey hem de az şey. Umudumuz ve sabrımız tıpkı geçen yıl olduğu gibi kerelerce sınandı. Bir arpa boyu gidilen yolda “Jandarmanın hiçbir kusuru yoktur” noktasından Trabzon İl Jandarma Komutanı hakkında soruşturma başlatılması gerektiğine gelindi çünkü gelen istihbaratın üstünün kapatıldığı artık belgelenmiş, ifadelere geçmişti. Hrant Dink cinayetinin çok planlı bir cinayet olduğunu, pek çok birimin bilgisi dahilinde, uzun bir hazırlık sürecinden sonra işlendiğini gördük. İdrak, sorumluluğu beraberinde getirir. İkinci yılında bu gerçeği kamu vicdanı için daha da görünür kılmaktan daha anlamlı bir amaç olmadığını biliyoruz.Hrant Dink, “Türk düşmanı” yaftasıyla adım adım hedef gösterildi ve yalnızlaştırıldı. Cinayetin öncesindeki bu “meşruiyet atmosferi” dahil edilmedikçe esas sorumlulara ulaşılmayacağının farkındayız. Sayısız delilin karartılması, cinayetin işlendiği gün Akbank’ın kamera kayıtlarının yok olması, Hrant Dink cinayetinde ihmali olan kamu görevlilerinin halen görevlerinde olması, Trabzon jandarmasında belgelerin değiştirildiği, sahte belgeler düzenlendiğinin ortaya çıkması, İstanbul Emniyeti’ne Hrant Dink’le ilgili gelen ihbarla ilgili soruşturma yapılmadığının anlaşılması kaydını düştüğümüz ve peşini bırakmayacağımız ayrıntıların sadece birkaçı.

Hrant’ın Arkadaşları

Yine bir 19 Ocak geçti. O acı günden, 19 Ocak 2007’den sonra ikinci 19 Ocak’ımızı yaşadık. Yine bir arpa boyu yol alınamadan geçen, değil iki yıl öncesine, geçen yıla göre de daha da kötüye gittiğimiz, ülkenin ırkçılığa, aşırı milliyetçiliğe, şovenizme, şiddete daha da battığı iki yıl. Hrant’ı anarken, onu hatırlarken, bu 19 Ocak’ta bir yandan da suçluluk duygusu hissediyorduk hepimiz.
Onun katledilmesini önleyememiştik, her davasında onu linç etmek için bekleyenlere krşı onu koruyamamıştık. Her gün gazetelerinde, televizyonlarında onu hedef gösterenlere “Dur, sen ne yaptığını sanıyorsun” diyememiştik. Öldürüldü o, zavallılar tarafından hunharca katledildi. Ama şu geçen iki yılda da ne kadar uğraşılsa da güçsüz kaldık, yenilmedik daha ama bir arpa boyu yol gidilemediği gün gibi ortada.
Tetikçinin Türk bayrağı ile çekilen fotoğraflarını, saf bir dayanışmayı ifade eden, bugünlerde herkesin dilinde pelesenk olan “Hepimiz Filistinliyiz” den esasında felsefe olarak hiçbir farkı olmayan “Hepimiz Hrant’ız, Hepimiz Ermeniyiz” sloganına gösterilen tahammülsüzlük, cinayeti öven videolar, katilleri kahramanlaştıran şarkılar, sanıkları mahkeme önüne getiren araçlardaki “ya sev ya terk et” ibareleri, kapılarına “Ermeniler ve Yahudiler giremez” yazanlar, halen Dink’I ABD ve Ermeniler öldürdü diye komplo teorileri kuranlar, özür diliyorum kampanyası sonrası yaratılan linç ortamı..vb
Şu geçen iki yılın belki de tek faydası,kimin kim ve ne olduğunu daha da iyi görmemiz. Onların, sahte demokratların, darbe hayaliyle yanıp tutuşan Kemalistlerin timsah gözyaşlarına inanmamamız. Onu her gün hedef gösterenlerden, vatan hainliğiyle suçlayıp linççi kalabalıkların, milli duyguları kabarık katillerin önüne atanların bir bölümünün yargılanması da tek tesellimiz. Ama şimdilik.

Görünürde 20 sanığı olan dava, bugün Ergenekon soruşturmaları kapsamında bambaşka bir anlama bürünmüş durumda. Hrant Dink’in öldürüleceği bilgisini almalarına rağmen hiç harekete geçmeyen hatta bu bilginin üstünü örten emniyet, jandarma ve istihbarat birimleri ile Hrant Dink hakkında şikayette bulunan, duruşmalara gelen ve onu hedef gösterenlerin bir kısmının şu anda Ergenekon davasından tutuklu oluşu, gerçeği bu davanın aydınlatılmasının önemini bir kez daha vurguluyor. Bu davayı aydınlatamayan bir devlet her alanda zan altında kalmaya mahkûm.
Herşeye rağmen umudumuzu koruyalım. Hrant için, adalet için, eşitlik ve halkların kardeşliği için. Ona her gün seslenelim “RAHAT UYU HRANT BİZ BURADAYIZ”. Farklı dillerde birlikte özgürce şarkı söyleyeceğimiz günlere ulaşacağız, tam da senin her zaman düşlediğin gibi.

12 Ocak 2009

ODETTA’YA GECİKMİŞ BİR VEDA YAZISI


Geçtiğimiz Aralık ayı protest ve folk müziğinin önemli bir ismi olan Odetta’yı kaybettik, ABD’de Manhattan’da 77 yaşında hayata veda etti Odetta. Ben bu vefatın haberini biraz geç aldım, yoğun gündemin arasında kaybolduğunda insan bazı önemli haberleri kaçırabiliyor. Özellikle Dylan şarkılarına yaptığı coverlar sayesinde dinlediğim, sesine hayran olduğum (ve de siyasi, toplumsal,politik mücadelesine de tabii) Odetta’nın ölüm haberi gibi.

Kimdi peki Odetta? Ayrımcılığa sesiyle müziğiyle karşı duran, anıtı dikilesi kadınlardan biriydi o. Aynı Nina Simone gibi hayatı boyunca mücadele etti, mücadelesi şarkılarıyla, şarkıları mücadelesiyle zenginleşti. Şarkıcılığa kafelerde başlayan Odetta, 1950'li ve 60'lı yılların en tanınmış folk müzik şarkıcısıydı. Yaptığı blues kayıtlarıyla kısa sürede tüm dünyada geniş bir dinleyici kitlesi edinen sanatçı, aralarında Bob Dylan, Joan Baez ve Janis Joplin'in de yer aldığı müzisyenler üzerinde derin izler bırakmış ve onların müzikal kimliklerinin biçimlenmesinde etkili olmuştu. Onun güçlü sesi, Amerika Birleşik Devletleri'nde ırk ayrımcılığına karşı mücadele eden siyah ve beyazlara, Alabama, Mississippi ve Washington'ın caddelerindeki yürüyüşleri sırasında eşlik etmişti. 1963 ağustosunda yapılan insan hakları hareketi açısından son derece önemli bir eylemde Odetta'nın söylediği O Freedom isimli şarkı adeta bir marş haline gelmişti.

O Freedom şarkısının sözleri şöyleydi: "Özgürlük, özgürlük bana gel / Ve eskiden bir köleydim / Ancak sonunda kendi mezarımı yaktım / Ve evime özgür olarak gidiyorum şimdi efendim.”
Martin Luther King de Odetta’nın büyük bir hayranıydı. Odetta Holmes 31 Aralık 1930 tarihinde Amerika'nın Alabama eyaletindeki Birmingham'da dünyaya geldi. Babası Reuben Holmes o henüz çok küçükken 1937 yılında öldü ve annesi Flora Sanders Los Angeles'a taşındı. Okuldayken öğretmeni annesiyle konuştu ve sesinin olduğunu, bu konuda eğitim almasının iyi olabileceğini söyledi. Los Angeles City Koleji'nde müzik eğitimi aldı. Müziğine ruh katmayı folk şarkılarından öğrendi. Odetta'nın ilk solo albümü Odetta Sings Ballads and Blues, eski şarkıların yeni bir ruh ve anlayışla yapılmış icralarını içeriyordu ve bu yorumlar dinleyiciler arasında büyük bir yankı buldu. Ünlü müzisyen Bob Dylan 1978 yılında verdiği bir röportajda bu kayıt hakkında şöyle konuşmuştu: "Benim folk müzikle ilgilenmeye karar vermemde Odetta'nın çok büyük bir etkisi var. Birçok şarkıyı ilk kez onunla kayıtlarında duydum ve sevdim." 1999 yılında dönemin Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Bill Clinton Odetta Holmes'ü sanat ve insan hakları alanındaki katkılarından ötürü altın madalya ile onurlandırmıştı. Odetta son seçimlerde de Obama’yı sıkı bir şekilde desteklemişti.


Eşsiz sesinden şarkılarını dinlemek isterseniz: http://www.lastfm.com.tr/music/Odetta

5 Ocak 2009

KRİZİ FIRSATA ÇEVİREN SADECE MEDYA PATRONLARI




Her ekonomik kriz medya patronları için büyük bir fırsattır. Bu günlerin moda söylemiyle krizi fırsata çevirenler esas onlar olurlar her seferinde. Her zaman bir basın işletmesinde tasarruf denince, kriz denince ilk akla gelen muhabir ve editör kadrosu oluyor. Hemen işgücünden tasarrufa gidiliyor.
Oysa basın emekçisinin maliyeti oldukça düşüktür. Zaten maaş rakamları azdır. Büyük bir çoğunluğu sigortasız, kayıtsız çalışır. Sigortalı olsa bile bazıları 212’li yapılmaz her zaman. Öyle olsalar bile maaşları düşük gösterilir. İsmi duyulmuş, polemik yaratarak sürekli gündemde kalan köşe yazarları, gazeteciler, anchorman'lar çok yüksek maaşlara çalışırlar. Onların maaşların düşürülmesi sözkonusu bile olmaz krizlerde. Ama alt kademede çalışan muhabirin aldığı, asgari ücretin biraz üstündeki maaş bile bazen göze çarpar.

Bazen kriz da beklemez, yıl sonu yaklaştı mı başlar furya. Bazen yıl ortası. Basın işletmelerinde 365 gün işten çıkarma yaşanabilir. Bu konuda basın sektöründe koşullar çok çok esnektir.
Son aylarda dünya çapında yaşanan ekonomik kriz medya gruplarının insan kaynakları bölümleri ve de patronları için bulnmaz bir fırsat oldu. Belki de krizin ayak seslerine en çok sevinenler onlar oldu. Gazetelerinde, dergilerinde, yayınlarında attıkları “krizi fırsata dönüştürme” başlıklarını en çok onlar uyguladı.

Bu krizde mevsim açılışı Akşam ve Çukurova Grubu’ndan gelmişti. 300 kişi kapı önünde bulmuştu kendini. NTV, Vatan, Milliyet, Hürriyet her grupta izledi sonra işten çıkarmalar birbirini. Turkuaz Medya’da sendikasızlaştırma operasyonu başladı. Sendikadan istifa etmezsen işten çıkarılırsın dendi.

Gün geçmiyor ki,medyada yeni işten çıkarmalar yaşanmasın. İşte bugün de Ciner Grubu’ndan ve Dünya Grubu’ndan gelen haberler.

Şu an basın dünyasının yaşadığı en büyük sorun sendikasızlıktır, en önemlisi de çalışanların zihinlerindeki örgütsüzlük, sendikasızlıktır. Kabullenmişliktir. Basın sektöründe sendikasızlaşma 1980 sonrası, diğer tüm sektörlerde olduğu gibi ortaya çıktı fazlasıyla. Hatta bu furya en çok basın sektörünü vurdu demek mümkün. 80’lerde malum, büyük medya patronlarının devri başlamıştı. Sendikalar bir bir tasfye edildi her büyük gazetede. O günlerde, bugün demokrasi nutukları atan birçok gazetecinin, köşe yazarının , müdürlerin bu sendikasızlaşmaya önayak olduğunu, ya da seslerini bile çıkarmadıklarını görüyoruz. Mevkilerinin herşey olduğunu, bunu korumak ve kaybetmemek için herşeyi yapacaklarını.

Olayın diğer boyutlarına ve taraflarına bakarsak, okur da bilinçsiz. İzlediği okuduğu yayında neler olup bitiyor sorgulamıyor, kahraman gibi gördüğü köşe yazarlarının birkaç satır yazı yazıp aldığı maaşları sorgulamıyor, o yazarın muhabirin kaç katı maaş aldığını bilmiyor. Halk da sendikadan o kadar korkmuş ki, sendikayı o kadar sadece komünistlerin ilgileneceği bir şey olarak görmüş ki, acaba o gazetedeki çalışanların hakları korunuyor mu, sendikası var mı, aklının ucundan bile geçmiyor bunu sorgulamak. Gazeteci abilerimizden duyduğumuz gazetesini, dergisini sahipleyen o eski bilinçli okur profili yok artık.

Hepimiz, basında çalışan herkes, basın emekçileri de hepimiz o kadar bilinçsiziz ki diğer yandan. O kadar korkak. Kaç saat çalışmışız, fazla mesai yapmış mıyız, maaşımızdan ne kadar kesilmiş…vb umrumuzda bile değil. Sendikadan ölümüne korkan bir gazeteci nesliyiz. Patronlarından ölümüne korkan. Bir gazeteciler sendikası var, büyük gazetelerin çalışanlarından kaçı üye oraya, bu gazeteler dışındakiler kaçımız örgütlüyüz. Kaçımız haklarımız için mücadele ediyoruz veya nasıl mücadele edeceğimizi biliyoruz. İşten atılmaktan korkuyoruz. Şu ekonomik ortamda haklıyız belki, ama kapının önüne koyduklarında bizi en ufak bir direnç gücümüz olmayacağını, kaderimize boyun eğeceğimizi görmüyoruz.
Oysa ki, gazetecinin bir örgütlenmesi yoksa, kendini nasıl koruyabilir. İr gün sonra işe gittiğinde nasıl güvenebilir kapı önüne konmayacağına.

Çoğumuz hayal dünyasında yaşıyoruz. Çoğu gazeteci ,elindeki basın kartının az buz imtiyazından vazgeçmek istemiyor. Bazı gazeteciler için gazetecilik ulaşamayacağı şeylere ulaşma aracı. Di mi, şirketler yurtdışı gezilerine götürüyorlar, yiyoruz içiyoruz bedavaya, en lüks otellerde kalıyoruz bazen, lüks şaraplar içiyoruz, ünlü kişilerle tanışıyor, konuşuyoruz. Kendimizi şanslı ayrıcalıklı sanıyoruz. Halbuki işten atıldığımız gün o şirketlerin gözünde bir hiç olacağımızı bilmiyoruz, bunun bilincinde olmuyoruz.

Bu ortamda Türkiye Gazeteciler Sendikası önemli bir mücadelenin içinde. Aralık ayı içinde ATV ve SABAH’a grev kararlarını asmışlardı. TGS önemli, yıllar sonra basın dünyasına etkili ve birşeyler yapmaya çalışan bir sendika giriyor. Sendikalı olanlar ise tabii ki kara listeye alınıyor, baskılara uğruyorlar. Turkuaz Medya’dan Ender Ergün, işverenin baskı ve tehdit yoluyla sendikadan istifa ettirme tutumuna yönelik bir suç duyurusu yaptı geçen aylarda, bu da sanırım sektörde bir ilk oldu. Türkiye Gazeteciler Sendikası, bu ayın başında da Bursa'daki Olay gazetesi ve Olay Televizyonu işyerlerinde örgütlendi.
TGS’liler şöyle diyorlar: “Bizler, gazetelerde muhabir, editör, foto muhabiri, sayfa sekreteri, teknik eleman, güvenlikçi, temizlik elemanı olarak çalışanlar… Bizler, TV'lerde spiker, yönetmen, yapımcı, renk ayrımcı, resim seçici, ses operatörü, ışık düzeni elemanı, dizi oyuncusu, muhasebe elemanı olanlar…Bizler, haber ve reklam ajanslarında, radyolarda, dergilerde, yerel gazetelerde, çalıştığı yayın organında halkın doğru haber alma hakkı için didinenler… Artık işsiziz! Küresel kapitalizmin kaleleri bir bir devrildikçe, 'piyasanın gizli eli', her zaman olduğu gibi yine önce bize, yani medya emekçilerine vuruyor.Patronun dostu emekçinin düşmanı AKP hükümeti; hortumcuları, kara para aklayanları, bir koyup on kazananları "Varlık Barışı Yasası" ile ödüllendirirken biz emekçilerin işsiz, çocuklarımızın aç kalmasına göz yumuyor.Buna izin vermeyeceğiz!”

Büyük bir basın emekçi ordusunun kaderi patronların ağzınan çıkacak iki üç kelimeye bakıyor ne yazık ki. Bunu değiştirmenin anahtarı sadece vesadece biz gazetecilerde, basın emekçilerinde.

4 Ocak 2009

OLUMLU BİR ADIM AMA DEVLETİN SAMİMİYETİNİ ANLAMAK İÇİN HENÜZ YETERSİZ


TRT’nin Kürtçe yayın yapacak kanalı TRT 6 (Şeş) açıldı. Türkiye’de Kürtçe televizyon yıllardır tartışılan konuların başındaydı. Şaşırtmayacak bir şekilde CHP, MHPgibi partilerden ve liderlerinden tepkiler geldi bu kanala. Kürtler arasında da tartışma yarattı. Hatta kanalda program yapan Nilüfer Akbal ve Rojin gibi yıllardır söyledikleri Kürtçe şarkılar yüzünden sıkıntılar çektirilen iki isim de hainliğe varan suçlamalarla karşılaştı.

Esasında kanala kaygıyla yaklaşan insanları da yadırgamamak gerekiyor. Devletin şimdiye kadar Kürtçe konusunda bir güven oluşturduğu söylenemez. Demokratikleşmenin zorunlu bir adımı gerçekleşti sadece. Bu devlet Kürt vatandaşlarından da vergi alıyor, bu vatandaşlar da askere gidiyor, bu insanlar devlete karşı tüm yükümlülüklerini yerine getiriyorsa. o zaman sosyal devletin gereği olan, bu insanların da anlayabileceği Kürtçe yayın yapmanın da önünü açmak zorundaydı ve sadece bu yapıldı. Çok geç gerçekleşti, bunun için yıllarca acılar çektirildikten sonra ne yazık ki. Kanala çıkan isimlerden Rojin’in devlet tiyatrosundan ayrılma nedeni anadiliydi. Kürtçe müzik yapmaktan ve adından dolayı sansür görmüş. konserleri iptal edilmişti.

Bu dili kullanmak isteyen ve bu kültürle yaşamak isteyen kocaman bir halkın yaşadıklarına ve onlara yaşatılanlara baktığımız zaman arada inanılmaz bir çelişki ortaya çıkıyor. Evet Kürtçe bir kanal kurulması ve yayına başlaması olumlu bir gelişme, bir reform ama bir devrim değil. Öylek ki , kanalın açıldığı hafta Kürtçe, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde bilinmeyen bir dil olarak tanımlanıyor ve kayıtlara geçiyordu. Aydınlar, yazarlar Kürtçe kullandıkları için halen yargılanıyorlar. Cezaevlerinde insanlar Kürtçe şarkı dinledikleri için sıra dayağından geçiriliyorlar. Kürtçe’nin öncelikle anayasal güvence altına alınması lazım. Bu yapıldığı takdirde Kürtler ve özgürlükçü çevreler devletin samimi olduğuna inanabilir.
Kürtçe televizyon adımının samimi olup olmadığını zaman gösterecek. Eğer bu kanal devlet propagandası için kullanılacaksa faydadan çok zarar getirir. Bu kanalda Kürtçe ve Türkçe barış şarkıları söylenmeli, hep kardeşlik mesajları verilmelidir.

KÜRTÇE’NİN YASAKLAR TARİHİ

Hadi gelin Kürtçe’nin Türkiye’deki serüvenine, daha doğrusu yasaklarla çevrili serüvenine bakalım:

-Kürt halkının dilinin yanında kültürel anlamda folklorunun ve müziğinin, çocuklarına Kürtçe ad vermenin yasaklı olduğu, Kürtçe adı olanların değiştirmeye zorlandığı günler yaşadı bu coğrafya.
12 Eylül döneminde Adıyaman, Urfa, Antep, Mardin, Diyarbakır, Siirt gibi birçok kentte 3524 köyden 2842’sinin adının değiştirildiği, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bu yana toplam 44 bin 609 köyün 12 bin 422’sinin adı yalnızca Kürtçe ve Kürtçe’yi andıran ifadeler içerdiği için değiştirildiği söyleniyor.

-12 Eylül öncesinde milletvekilli olan Şerafettin Elçi’nin TBMM’nde ‘Kürt’ olduğunu söylediği için 1981’de yargılanarak hapsedildiğini, Devlet İstatistik Enstitüsü görevlilerinin 1980-85 nüfus sayımları için kullanılan formlara konuşulan diller kısmına ‘Kürtçe’ şıkkına da yer verdikleri için “bölücülük” gerekçesiyle zamanın Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nde yargılanmalarını hala hatırlanır.

-1982 Anayasası’yla, Kürtçe yasağı da anayasal bir yasak düzeyine yükseltilmişti. 26. maddede “Düşüncelerin açıklanması ve yayılmasında, kanunla yasaklanmış olan herhangi bir dil kullanılamaz” deniliyordu..

-12 Eylül 1980’deki darbe sonrasında oluşturulan yeni Anayasa’nın ardından 2932 sayılı yasa ile konulan ‘Kürtçe yasağı’, 12 Nisan 1991’de yürürlükten kaldırıldı.

-Yüksek Seçim Kurulu (YSK), 29 Mart 2009’da yapılacak seçimler için oluşturulan seçim yasaklarını açıkladı. Kürtçe seçim propagandasını yasakladı.

-Sur Belediye Başkanı Abdullah Demirbaş ve belediye meclis üyeleri halka daha iyi hizmet götürmek için hazırladıkları ‘Çokdilli belediyecilik projesi’yle ilgili olarak Avrupa Sosyal Forumu’na sunduğu ‘Çok Dillilik Işığında Belediyecilik ve Yerel Yönetimler’ başlıklı makalesini belediyenin resmi internet sitesinde yayınlayınca hakkında soruşturma başlatılmış ve daha sonra görevden alınmıştı. Ayrıca, Demirbaş hakkında, başkanı bulunduğu belediyenin bilgisayarlarında “Kürtçe yazılım” kullandığı için ve 30 çiftin nikâhını Türkçe’nin yanı sıra Kürtçe sorularla kıydığı gerekçesiyle soruşturma açılmıştı.

-Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir hakkında, 4. Diyarbakır Edebiyat Günleri nedeniyle kente asılan Kürtçe bez afişler ve devlet kurumlarına gönderdiği Kürtçe davetiyeler nedeniyle İçişleri Bakanlığı’nın izniyle dava açılmıştı.

-Kapatılan HEP’in milletvekillerinden Mahmut Alınak Alınak, DTP İl Başkanlığını yürüttüğü 25 Mayıs 2007’de, Başbakan Erdoğan’a Kürtçe mektup gönderince hakkında, siyasi faaliyetlerde Türkçe’den başka dilin kullanımını yasaklayan yasaya muhalefetten dava açılmış, 2008’de bu davadan altı ay hapis cezası alan Alınak DTP İl binasındaki Kürtçe afişler nedeniyle de 6 ay hapis cezasına çarptırıldı. Alınak hakkındaki bir başka dava ise hazırladığı bildirilerde Newroz yazarken ‘w’ harfini kullanması olmuştu.

-Suruç Belediyesi ile Kaymakamlık arasındaki ‘Kürtçe’ ad tartışması 2 yıldır yaşanıyor.
2006’nın son aylarından itibaren ilçede yeni oluşturulan veya yapılan düzenlemelerin ardından bölünen mahallelerdeki 50’ye yakın sokağa Araban, Zana (Bilen), Zozan (Yayla), Rojin (Güneş), Şîlan (Şölen), Şervan (Yiğit), Şîrvan (Aslan), Mizgîn (Müjde), Sara (Soğuk), Dîlan (Halay), Baran (Yağmur) ve Bêrîvan (Süt sağan kadın) adları verildi. Yeni sokak adları değişik tarihlerde yapılan meclis toplantılarında oylamaya sunulup, 3’ü AKP, 3’ü CHP ve 9’u DTP’li 15 üyenin tamamının oybirliği ile kabul edildi. Onay için Kaymakamlığa gönderilen adlardan bazıları, “yönetmeliklere aykırı” denilerek, belediyeye gönderildi.

Kaynak: Birgün Gazetesi, 4 Ocak 2009

Örnekler sayısız bu konuda. Devlet, önce bu örneklerden kalan kötü hatıraları silmelidir. Kürt halkını samimiyetini inandırmalıdır bu konuda. Hükümet de bunun sadece bir seçim yatırımı olmadığını icraatlarıyla göstermelidir. Ama şunu demek hakkımız sonuna kadar var sanırım, "Madem böyle olacaktı, niye yıllarca yok saydınız,yasaklar koydunuz,acılar çektirdiniz".
Niye?

1 Ocak 2009

DİNAMO’NUN GENÇLERİ, BİR ELİNDE ŞİŞE, SAATLERCE NEŞE! DİNAMO’NUN GENÇLERİ BİRÇOK MENEKŞE



Bugünlerde elimde futbol dünyasıyla siyasetin ilişkisini sorgulayan bir kitap var. İletişim Yayınları’ndan çıkan, geçtiğimiz aylarda kaybettiğimiz değerli aydın Mehmet Ali Gökaçtı’nın “Bizim için Oyna” kitabı. Kitap, Türkiye’de futbola yapılan siyasi müdahaleleri, Türkiye’de futbol üzerinden oynanan siyasi oyunları anlatıyor detaylı olarak. Tek Parti döneminden, DP iktidarına, 12 Eylül döneminde Özal’lı ANAP yılları ve AKP iktidarına kadar.

İşte tam da bu kitabı okuduğum bu günlerde Dinamo Mesken ile ilgili bir haber duydum. Böyle bir kulubün varlığından haberdar değildim. Dinamo Mesken kim mi? Dinamo Mesken, isminden dolayı kapatılmış ilk futbol kulü­bü Türkiye’de.

70’li yıllar. Hikâye, o yılların fırtına gibi esen Sovyetler Birliği takımı Dina­mo Kiev'in Bursaspor'la yaptığı maçlarla başlamış. Hayatı pay­laşarak yaşamayı şiar edinen muhit insanları için maçlar dö­nüm noktası olmuş. 1971'de memleket meselelerinin çözüm­lenmeye çalışıldığı mahalle kıraathanesinde büyük ağabeyler toplanırmış. Bu ağabeyler politik propaganda yerine spor yaparak, sporla halka ulaşarak Bursa'ya açılma, seslerini duyurma kararını almışlar. Kulübün adı kâğıt üzerinde Ertuğrulgazi Gençlik ve Spor Kulübü olarak tesicllenmiş ama taraftarlarının gönlündeki adıyla hep Dinamo Mes­kenmiş. Kulüpte siyasi faaliyet yapılmasına yönetim kurulu hiçbir zaman izin vermemiş ancak oyuncular tarafında serde solculuk varmış bir kere. Solculuklarından gelen dayanış­ma kültürüyle beklenmedik sonuçlar almaya başlamışlar. İlgi çekmişler, bu da birilerini canını sıkmış tabii ki. Deplasmanlara gitmek için esnaftan her zamanki ruti­ne uygun şekilde para toplamaya çıkmışlarken güya haraç topladıkları yönünde ihbar edilmişler. Bu da kapatılmaya gerekçe olmuş. Bursa’nın diğer birçok ilçesinde onlardan nedfet edenler çokmuş. Hatta 1976'da Kemalpaşaspor'la yapılan bir maçta "Moskova Dışarı" sloganlarıyla ıslıklanmışlar.

İşte bu kulup, 12 Eylül darbesinde milli değerlere saldırdığı gerekçesiyle kapatılan Ertuğrulgazi Gençlik ve Spor Kulübü tekrar açıldı. Darbe döneminde 'Dinamo Mesken' adıyla anılan kulüp artık Meskenspor olarak sahalara çıkacak. 1971 yılında kurulan ve taraftarlarınca ‘Dinamo Mesken’ olarak adlandırıldığı için 12 Eylül askeri darbesinin ardından, ‘Milli değerlere açıktan saldırı’ gerekçesiyle kapatılan Ertuğrulgazi Gençlik ve Spor Kulübü’nün o dönemde yargılanan futbolcuları, kulüplerini yeniden hayata döndürüyor. Eski günleri unutamayan ‘Dinamo Mesken’ sevenler, yine aynı olumsuzluklarla karşılaşmamak içinde kulübün adını Meskenspor olarak tescil ettirdi. Meskenspor’a gönül verenler arasında sanatçı Erkan Can da bulunuyor. Erkan Can, bir dönem takımın amigosuymuş da. Şöyle bağırtırmış tribünleri; “DİNAMO’NUN GENÇLERİ, BİR ELİNDE ŞİŞE, SAATLERCE NEŞE! DİNAMO’NUN GENÇLERİ BİRÇOK MENEKŞE”.
Bakalım yine bu seslerle inleyecek mi tribünler, yine birilerinin dikkatini ve ilgisini çekecek mi bakalım mücadeleleri, birilerini yine rahatsız edecek mi? Bizim gönlümüz her zaman onlardan yana ama. O halde: FORZA DİNAMO MESKEN.