28 Eylül 2008

Salvador Dali'nin Çokça Gündeme Getirilmeyen Bir Yönü: Dali Bir Frankocuydu


Yukarıdaki tablo, meşhur Guernica tablosu. Guernica, ressam Pablo Picasso'nun, İspanyol İç Savaşı sırasında Nazi Almanyası ve Faşist İtalya'dan destek alan General Franko ordusunun Guernica şehrinde yaptıkları katliamı anlatan ve de protesto eden eseri. Bu tabloyu aklıma getiren ise Sakıp Sabancı Müzesi'nde yeni açılan sergi oldu. Serginin ismi "İstanbul"da Bir Sürrealist: Salvador Dali" Salvador Dali'nin 270 eserinin yer aldığı sergi, 20 Ocak 2009'a kadar açık kalacak.

Niyetim bir Picasso-Dali karşılaştırması yapmak değil sanatsal açıdan, bu haddime de değil zaten. Dali hakkında, sanatı ve yaşamı üzerine birçok şey yazıldı. Amacım burada Dali'nin özellikle basınımızda birkaç yayın dışında çokça kendine yer bulamayan bir yönünü anımsatmak. Dali'nin politik duruşu bu yön.

Genelde deliliğiyle, para düşkünlüğüyle, dahiliğiyle gündeme gelen Dali, İspanyol komünistlerinin ve devrimcilerinin katili faşist General Franco'nun hayranıdır. 1975 yılında ölen Franco'nun ölmeden iki ay önce işlediği bir cinayeti kutlar. Faşist General Franco, Eylül 1975'de beş antifaşist genci idam ettirir. 83 yaşındadır ve hâlâ öldürmeye devam etmektedir. Bu katili kamuoyunun önünde kutlayan Dali, İspanyol ve dünya devrimcilerinin nefretini kazanır. Franco diktatörlüğünü desteklediğini çok önceden açıklayan Salvador Dali, zaten büyük çoğunluğu devrimci olan sürrealistler tarafından da dışlanmıştır. Geçmişte henüz yirmili yaşlarındayken arkadaş olduğu İspanyol şair Federico Garcia Lorca'nın öldürülmesinin ardından yaptığı açıklamayla da gündeme gelmiştir Dali. Federico García Lorca, 1936 yılında İspanya İç Savaşı'nın başında Franco'nun faşist milisleri tarafından öldürülür. Dali, Franco'nun işlettiği bu cinayetin ardından Lorca'nın bir eşcinsel cinayete kurban gittiği yorumunu yapar. Gençlik arkadaşı ünlü yönetmen ve senarist Luis Bunuel'i Amerika seyahatinde komünist ve ateist olmakla suçlar, Bunuel'in Meksika'ya sürülmesine neden olur.

Bir yanda 1937 yılında İspanyol İç Savaşı sırasında faşist Almanya ve İtalyadan destek alan Franco'nun Guernica şehrinde yaptıkları katliamı anlatan "Guernica" isimli tabloyu yapan Pablo Picasso diğer yanda, İspanyol Salvador Dali. Tarihte faşist politik fikirleriyle gündeme gelmiş birçok sanatçı var, tabii sanat ve siyaset her zaman birbirine karıştırılmamalı, ama Franco'ya desteğini açıklamış bir sanatçıya birazcık insani hassasiyeti olan bir kişi, sanatı ne kadar güçlü olursa olsun (ki bence de güçlü bir sanatı var) yakınlık duyamıyor.

Türkiye'nin İnternet Utancı


ntvmsnc.com'un araştırmasına göre, Türkiye’de Kasım 2007’den beri 1112 internet sitesine erişim engellendi. Bunların arasında Mayıs ayından beri kapalı olan YouTube ve daha önce erişimi engellenen geoticies.com, wordpress.com, ekşisözlük gibi popüler siteler de yer aldı. 2007’nin Kasım ayından itibaren 861’i re’sen (kendiliğinden), 251’i yargı kararıyla bin 112 internet sitesinin erişimi engellenmiş. Mayıs’tan beri erişilemeyen YouTube dışında son olarak Adnan Oktar’ın şikayeti üzerine ünlü evrimci Richard Dawkins’in ve Eğitim-Sen’in siteleri de kapatıldı, Turan Dursun sitesine erişim ise engelli hale geldi.
Evet çocukların cinsel istismarını içeren, daha da genel olarak her türlü cinsel istismarı içeren, direkt şiddet çağrıları içeren, toplumun çeşitli kesimlerine nefreti körükleyen siteler yaptırıma uğramalı, kapatmaya kadar gitmeli bu. Düşünce özgürlüğü ise bir başka konu, internet özgür bir ortam, burda fikirler özgürce ifade edilebilmeli. Türkiye'de internet, düşünce özgürlüğüne baskın uygulamanın çok etkin bir aracı haline geldi ne yazık ki.

Eğitim-Sen'in de sitesi kapatıldı

Son günlerde en çok tartışılan konulardan biri ünlü evrimci yazar Prof. Richard Dawkins’in ve Eğitim-Sen’in sitelerinin Adnan Oktar’ın şikayeti üzerine kapatılması. Oktar, Dawkins’in sitesinin hazırlayıcısından 8 bin YTL manevi tazminat istemişti. Eğitim-Sen’in sitesinin kapatılma gerekçesi olarak ise Şubat 2007’de sitede Oktar’ın ‘Yaratılış Atlası’ ile ilgili yer alan basın açıklaması gösterilmişti. İnternetin en popüler sitelerinden Ekşi Sözlük de, Adnan Oktar’ın, şahsıyla ilgili bazı ifadelere dair, kişilik haklarına saldırdığı iddiasıyla başvurması üzerine, 2007 yılında kapatılmıştı. Ekşi Sözlük, ilgili başlıkları siteden kaldırsa da bu, sitenin kapatılmasına engel olmamıştı. Adnan Oktar, 2005 yılında yine Ekşi Sözlük’te kendisiyle ilgili yer alan dört başlık sebebiyle Ekşi Sözlük’ün kapatılması için dava açmıştı. Ekşi Sözlük bu maddelerle ilgili davayı kazanmıştı. Adnan Oktar’ın başvurusu üzerine kapatılan bir diğer site ise kişisel blog yayınlama sistemi olan Wordpress.com.Bunların dışında Türkiye’de daha önce de birçok popüler sitenin kapatılması tartışma yaratmıştı. Yahoo’nun hizmeti olan Geocities.com, video paylaşım sitesi Dailymotion.com, Google’ın hizmetlerinden Groups.google.com, dizi ve filmlerin Divx formatındaki altyazılarının paylaşıldığı Divxplanet.com bunlardan bazıları. Türkiye'de internetin üstünde bir Adnan Oktar bulutu dolaşıyor adeta bu günlerde, göğünü karartıyor sanal evrenin.

Aç, kapa, aç, kapa

Uzun süredir erişimi engellenen Youtube sorunu da daha uzun bir süre çözüme kavuşmayacak gibi gözüküyor. Youtube açılsa bile tekrar kapanacak, hukuksal işleyişe göre Türkiye'deki. Bir kısır döngü sürüp gidecek Atatürk ile ilgili videolar veya en ufak eleştirel, yanlış anlaşılmaya açık videolar bu ortamda oldukça. Diğer yandan Youtube da konuyu çok önemsemiyor, sitenin tekrar erişime açılması için çok bir şey yaptıkları söylenemez. Belli ki onlar da Türkiye'de sistemin işleyişini anlamışlar ve bir kısır döngü için çok da emek vermek istemiyorlar. Youtube konusunun ve gelecekteki yaşanması olası benzer sorunların çözümü ise topyekün bir zihniyet değişikliğinde yatıyor. Vatandaşından korkan, vatandaşına karşı devleti koruyan sistemde yasaklar hep devam edecektir, bu yasakların bekçileri medya, hukuk, siyaset..vb çevrelerinin toplum üstünde egemenliği de.

Utancımıza ortak olan ülkeler

İnternet yasakları dünyanın farklı bölgelerinde de uygulanıyor. Örneğin bazı ülkelerde zararlı görülen video kaldırılana kadar YouTube ve benzeri video paylaşım sitelerine erişim yasağı uygulandığı görülüyor. Bazı ülkelerde ise zararlı görülen videolar konusunda otomatik engelleme uygulaması var. Video kaldırılana kadar yasak koyan ülkeler: Brezilya, Fas, Tayland, Pakistan. Otomatik engelleme uygulaması koyan ülkeler ise Çin, İran, Ermenistan, Tunus, Endonezya, Suriye, Suudi Arabistan. Demokrasileri sorunlu bu ülkeler arasında Türkiye'yi de görüyoruz ne yazık ki ve daha uzun göreceğimiz kesin.

26 Eylül 2008

Tunceli'de Doğmak Suç Mu?

Ne yazık ki basında her gün insanın yüzünü kızartacak, insanı umutsuzluğa düşürecek gelişmeler yaşanıyor, haberler yapılıyor, manşetler atılıyor. Yaklaşık 7 yıldır basın sektöründe yer alan benim için bunları görmek acı verici birer deneyim ne yazık ki.

Fethullah Gülen cemaatine yakınlığıyla bilinen Zaman gazetesi, AKP'nin yolsuzluklarını belgeleriyle açıklama iddiasıyla hareket eden CHP'li Kemal Kılıçdaroğlu'na doğduğu yer Tunceli’yi öne çıkararak saldırdı geçtiğimiz gün. "Dersim isyanı ile meşhur Tunceli'de doğan Kemal Kılıçdaroğlu" ifadesini kullanılan Zaman Gazetesi'ndeki haberde öyle bir dil kullanılıyordu ki, sanki Tunceli'de doğmak, Alevi ve Kürt olmak suç. Haberde diğer bir ilginç nokta da Kılıçdaroğlu için "BÇG raporlarından çıktı, CHP'nin yıldızı oldu" başlığıyla yayımlanan portrede kullanılan ifadelerdi: Kemal Kılıçdaroğlu'nun Batı Çalışma Grubu tarafında fişlenmiş bir isim olması bir referans olarak gösteriliyordu. Evet bu grubu karşı çok ciddi eleştiriler getiren Zaman Gazetesi, yeri gelince çıkarına uyunca bu grubu ve 28 Şubat'ı referans göstermekten çekinmiyor.

Son dönem AKP ve yandaş çevresinin sahte demokrat maskelerinin düştüğü bir dönem oluyor. Zaman Gazetesi de bu ve bu gibi haberlerle, tüm demokratlık makyajının altındaki renksiz, farklı renklere tahammülsüz yüzünü gösteriyor.

25 Eylül 2008

Victor Jara'nın Kırılan Elleri


Bugünlerde en çok dinlediğim albüm Calexico'nun yeni albümü "Carried To Dust". "Black Light", "Feast of Wire" ve "Garden Ruin" gibi üst düzey albümlerden sonra yine onlardan beklenen kalitede bir albüm olmuş. İlk single "Two Silver Trees"in klibini aşağıdaki linkten izleyebilirsiniz


Albüm "Victor Jara's Hands" şarkısıyla açılıyor. Victor Jara'nın elleri. Jara'nın kesilen elleri şarkılarını söylemesin diye. Gelin biraz anımsayalım Jara'nın hayat öyküsünü.

Victor Jara Santiago'da Lonquén diye küçük bir yerde doğar. Babası Manuel bir kahyadır. Ev içi şiddetin yaşandığı ailesinde babası evi terk ettikten sonra annesi Amanda ailenin bakımıyla tek başına ilgilenir. Annesi Jara'nın müzik hayatına adım atmasını sağlamıştır, ona folk müziğinin özünü öğretmiştir. Annesinin ölümünden sonra ilahiyat okuyan Jara, dine olan inancını kaybettikten sonra işsiz olarak Lonquén 'e döner. Universidad de Chile 'de tiyatro okuluna başlar. Bu ve takip eden yıllarda Victor Jara çok sayıda tiyatro yapımında yer alır.
Jara'nın bu zaman diliminde politikaya ilgisi de başlar. 1966 yılında ilk albümü çıkar. Takip eden yıllarda tiyatroda yönetmen olarak çalışır, ancak şarkılarına ve politik işlerine gitgide daha fazla zaman adar. 1970 yılında tiyatroyu terk eder ve tamamen müziğe yoğunlaşır. Jara'nın şarkıları emekçi insanların yaşamları üstünedir hep. Zaman içinde Victor Jara Güney Amerika'da "Nueva Canción" akımının en önemli temsilcilerinden biri olur. Bu Güney Amerika'da birçok sanatçı ve aydının katıldığı devrimci bir harekettir. Victor Jara'nın politik fikirleri, parçalarında önemli bir yer tutar.

Victor Jara, diğer şarkıcılarla birlikte Salvador Allende ve sol partilerin birleştiği bir hareket olan Unidad Popular yararına da birçok konser verir. 11 Eylül 1973'de Augusto Pinochet'nin gerçekleştirdiği darbe sırasında, Victor Jara Teknik Üniversite 'deki işi başında tutuklanır ve birçok yoldaşı gibi Estadio Chile'de (Şili stadyumu) işkence görür. Bir daha gitar çalamaması için elleri kırılır. Hatta bu korkunç işkenceler sırasında bile Jara, Unidad Popular 'ın şarkısını söylemeye çalışır. Sonra da elleri ve dili kesilir. Jara, bir makinalı tüfekle öldürülür ve cesedi Santiago Mezarlığı yakınında bulunur.

Ona işkence edenler, ellerini kesenler tarihin tozlu sayfalarındalar artık. Jara'nın kesik elleri ise halen şarkı söylemeye devam ediyor, insanları etkilemeye, şarkılara konu olmaya.Ve hep de öyle olacak.


20 Eylül 2008

Bu ülkeden hiç eksik olmayan Faşizm'in ayak sesleri duyuluyor yine


Bir insanın tam olarak ne olduğunu, içinde neler barındırdığını, içinde gerçekten neler olduğunu, kısacası "Öz"ünü o insan sinirli olduğunda görebiliriz. O insan köşeye sıkıştığında. O insan suçluyken suçüstü yakalandığında. Suçlu olduğunda. Gerçek yüzünü işte o zaman gösterir bize o insan.

Başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan gerçek yüzünü (esasında bizim en başından beri bildiğimiz gerçek yüzünü) son iki hafta boyunca bize o kadar çok gösterdi ki. Halbuki şimdiye kadar mazlumu oynamayı iyi de becermişti kendince. Bir şiir okudu diye halkın oylarıyla seçildiği Belediye Başkanlığı'nı kaybettiğinde, hapse girdiğinde mazlumdu Erdoğan. Kendisini mazlum gösterecek çok şey de oluyordu ülkede, bu ülkenin rejimi bunun için çok fırsatlar veriyordu Erdoğan'a. En son kapatma davası mesela, partisinin ve ideolojisinin sürekli her mücadeleden güçlenerek çıkması için her fırsatı veriyordu onun karşısında görünen (ama faşizanlığı, şovenistliği ve anti-demokratik tavrıyla onu yeniden sürekli üreten) kesim

Ama bu ülkenin tarihi sağcıların ve sağ iktidarların zalimliğinin de tarihidir aynı zamanda. Ve sözkonusu Türkiye ise tarih hep tekerrür edici niteliktedir. Tayyip Erdoğan'ı da bundan ayrı düşünemeyiz. Menderes'ten, Demirel'den, Özal'dan, Erbakan'dan, Türkeş'ten, Çiller'den...vb ayrı

Doğan Grubu'nun yaptıkları ve yapmadıkları başka bir yazının konusudur, Erdoğan Doğan grubu için söylediği bazı şeylerde haklı olabilir, ama esas konu Erdoğan'ın basına karşı aldığı tavırdır. Politikacılar sinirlerine hâkim olamayıp basına karşı faşizan tutumlara giriştiklerinde, genellikle bu siyasi ömürleri için sonun başlangıcı olmuştur. Türkiye Menderes ve Özal'dan bu deneyimi yaşadı,aynı şeyleri gördü, ilk geldiğinde iktidara ve sonraki dönemde Tayyip Erdoğan’ın göz boyayan sahte demokratlığı, demokrasi şampiyonluğu illüzyonu artık bitiyor. Daha önce hiçbir Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı bu kadar seviyesizleşmemişti gerçekten. Basın özgürlüğü, eleştiriye tahammül, düşünceyi ifade özgürlüğü, bunlar hiç bu kadar bir Başbakan tarafından yok sayılmamıştı. Gazetelere boykot çağrısı yapılıyor bu ülkede. (Bu gazetelerin özellikle "Türkiye Türklerindir"ci Hürriyet gazetesinin yayın politikasını savunduğum ve sahiplendiğim kesinlikle düşünülmesin, bu olayın başka bir boyutudur) Bu ülkenin dününden ve bugününden hiç eksik olmayan faşizmin ayak sesleri çok gür bir biçimde duyuluyor yine.

17 Eylül 2008

Sevgili Hrant, İyi Ki Doğdun




İyi ki vardı, iyi ki gördü bu dünya onu, iyi ki o bu toprakların çocuğuydu. Kanın, zulmün, savaşın topraklarına ait hissetti iyi ki kendini, iyi ki bir Türkiyeli idi o. 15 Eylül 1954'te Malatya'da doğan o çocuk bu ülkenin gördüğü en güzel insanlardan biri oldu. Ve bu ülkede güzel insanların kaderini yaşadı o da, ezildi, şiddet gördü, aşağılandı, saldırıldı ve gün geldi haince öldürüldü bir zavallı tarafından.

"Hadi be, gelin birlikte kaldıralım şu adamı o kaldırımdan, sonsuza kadar. Nasıl birazcık kalkıp geldiyse Hrazdan Stadı’na göbek atmaya, coşmaya, gelin, öyle bir şeyler yapalım ki, hiç yatmamak üzere kalksın o kaldırımdan. Bırakmayalım orada kanamaya devam etsin. O orada yattıkça ve kanadıkça acıyor, acıtıyor... Gelin, bırakalım, geçsin sınır kapısından, bir o yana bir bu yana. Kedi-köpek koştursun sınırda, hayalindeki gibi. Hadi be, Ermenisiyle, Türküyle... Hadi, tutun babamın bi ucundan. Uzatın elinizi. Merak etmeyin, zaten o nazlanmaz, hele sizi hiç kırmaz, bir dediğinizi iki etmez, hemen kalkar, sizinle birlikte sınır kapısında gidip göbek atmaya. Yeter ki bir el verin.”

Delal Dink, birkaç gün önce Agos gazetesinde yazdığı yazıyı bu cümlelerle bitirdi. Bugün de Ece Temelkuran Milliyet'teki köşesinde bu yazıyı daha geniş okur kitlesine aktardı. Sahiden ne sevinirdi o kimbilir,ufak da olsa iki ülke arasında böyle bir gelişme olmasına,en azından küçük çaplı bir diyalog.

Evet, 15 Eylül Hrant'ımızın doğumgünüydü. İyi ki doğdun Hrant. İyi gazeteci, iyi düşünür, iyi insan, iyi ki doğdun. Halen bizimlesin, yaşıyorsun ve yaşayacaksın. Her 15 Eylül doğumgününü kutlayacağız, hunharca katledildiğin 19 Ocak günleri de tekrar doğuşunu kutlayacağız (evet ölümünü değil tekrar tekrar doğuşunu)

Varsın anlamasınlar niye "Hepimiz Hrant'ız"dememizi, hain desinler, ağızlarına ne gelirse söylesinler varsın. Varsın geçen 19 Ocak'ta olduğu gibi, Hrant için yürüyenlere karşı CHP binalarından Türk bayrakları sallanarak kalabalığa laflar atılsın. Çevreden kurt işaretleri yapılsın. Kendi zavallılıkları onların bu. Kendi milliyetçiliklerinde, şovenistliklerinde, orta sınıf korkularında boğulsun onlar varsın, biz inadına Halkların Kardeşliğini haykıracağız, onlara kafaların dışındaki ve içindeki beyaz berelere inat.

İYİ Kİ DOĞDUN SEVGİLİ HRANT DİNK.

11 Eylül 2008



bir söz bitişi gibi son buldu sevişler

bir yaz güneşi gibi eritir bu terkedişler

bir an duruşu gibi ömrün bitişi gibi

veda ederken aşk ateşi gibi söner iç çekişler.

aman aman yandım amman

acı yüzler kurşun gibi izler

son bakıştaki o gözler kaldı aklımızda



Sadece Türkiye tarihinin değil, dünya tarihinin kara bir lekesidir 12 Eylül askeri darbesi. Kanına girdiği,hayatına mahvettiği binlerce insanla, Türkiye'nin sonraki 30 yılını karartmasıyla,Kürt sorunundan irtica sorununa kadar birçok sorunun altına dinamit koymasıyla. Ve de 17 yaşında idam sehpasına yolladığı Erdal Eren ile. Bir askeri öldürdüğü iddiasıyla, jet hızıyla yapılan göstermelik yargılama sonucu idam edilen Erdal Eren'iyle.İdam ettiği o çocuk ile.


Erdal'ı idam sehpasına kadar götüren süreç, ODTÜ öğrencisi Sinan Suner’in, 30 ocak 1980’de faşistlerce katledilmesiyle başlar. Olayın duyulmasının ardından, 2 Şubat 1980’de Sinan Suner’in öldürüldüğü yerde protesto gösterisi yapılır. Gösteriye müdahale eden askerlerle göstericiler arasında çıkan çatışmada er Zekeriya Önge ölürken, Erdal Eren’le birlikte 24 kişi gözaltına alınır. Eren, Zekeriya Önge’yi öldürdüğü iddiasıyla tutuklanır. 2 Şubat’ta gözaltına alınan Erdal Eren, tarihin en hızlı yargılamasının ardından, 19 Mart 1980’de idama mahkum edilir. Henüz 17 yaşındadır halbuki Erdal. 17. Ne yaşına bakılır, ne avukatlarının sunduğu delil ve tanıklara. Dünyanın dört bir tarafında idama karşı tepkiler yükselir, imzalar toplanır. Ancak karar mahkeme öncesinden verilmiştir bir kere. Karar "asmayalım da besleyelim mi" dir.

Dünya çapında yürütülen “İdamı Engelleyelim-Erdal Eren idam edilemez” kampanyasına rağmen 13 Aralık 1980’de idam gerçekleştirilir.

İşte şimdilerde serbestçe sokaklarda dolaşan,üniversite amfilerinde televizyon programlarında gençlerin alkışlayabildiği Kenan Evren ve cuntası budur. Küçücük çocuğu gözü kırpmadan idama yollayabilen bir cunta zihniyeti. Ne acı hala onu savunabilenlerin olması, ne acı hala kendini modern, ilerici, Kemalist addeden insanların "Ben darbelere karşıyım" diyememesi. Oysa ki Susurluk'tan Şemdinli'ye, Ergenekon'a kadar hepsi 12 Eylül'ün uzantılarıdır. Onları çözmeden 12 Eylül çözülemez, 12 Eylül'ün üstüne gidilmezse Türkiye'de demokrasi hep bir yönüyle eksik kalır.

Hiç mi Pinochet'i yargılayan Şili'den, cuntacılarından hesap soran komşumuz Yunanistan'ı örnek almayız? Biz darbecilerimizle ne zaman hesaplaşacağız, bunun için daha kaç 12 Eylül bekleyeceğiz?

Öteki 11 Eylül


11 Eylül. Bu tarih telaffuz edilince akla hemen ABD'de İkiz Kuleler'e yapılan saldırı geliyor. ABD'nin yaşadığı en büyük terör saldırısının günü olan bu tarih, bilir misiniz ki, aynı zamanda Şili tarihinin de en önemli günlerinden biridir. Şili halkının ve tüm özgürlük ve demokrasi mücadeleri tarihinin hafızalarına sonsuza dek kazınacak bir tarih. 1973’te 11 Eylül günü, Şili'de faşist bir darbe gerçekleştirildi. Binlerce Şilili katledildi ve tarihin seçimle başa geçmiş ilk sosyalist başkanı Salvador Allende’nin ilerici hükümeti devrildi. Birkaç gün içinde, Başkanlığını General Augusto Pinochet’nin yaptığı ABD yanlısı bir diktatörlük kuruldu. Richard M. Nixon başkanlığındaki ABD hükümeti, Şili egemen sınıfının suç ortaklığıyla bu kanlı rejim değişikliğini gerçekleştirdi. Bu yıl işte dünyanın yaşadığı bu kara günün 35. yıldönümü. Tüm sosyalistlerin, özgürlük ve demokrasi sevdalılarının 11 Eylül 1973’te neler olduğunu çok iyi bilmesi ve hiçbir zaman unutmaması gerekiyor. 11 Eylül yalnızca Dünya Ticaret Merkezi ve Pentagon’a yapılan saldırıyla anılmamalı. Bu tarih aynı zamanda ABD hükümetinin 1973’te Şili’de yaşayan onbinlerce insanı katlettiğini hatırlatan bir tarih olmalı artık.

ABD Şili'de niye mi bir darbe yapma yoluna gitmişti peki? Birazcık hatırlayalım. Allande, büyük malikaneleri yıkmış ve topraklar yoksul çiftçilere dağıtılmıştı. Allende çelik, kömür ve en can alıcı bakır sanayilerini ulusallaştırmıştı. Zamanın üç ABD bakır devi, Kennecott, Anaconda ve Cerro Şirketleri, ulusallaştırılmıştı. Bu şirketler Şili'de toplam bakır üretiminin yüzde 80’ini kontrolleri altında tutuyorlardı ve yılda 80 milyon doları bulan karlarını ise ülke dışına çıkarıyorlardı. Hükümet ücretleri artırdı, fiyatları dondurdu, sütü sübvansiyonla destekledi, sağlık ve eğitimi daha fazla insan için erişilir hale getirdi. Küba devrim hükümetiyle de iyi ilişkiler kurdu.Kitleler hareketleniyor ve örgütleniyorlardı. Tekstil işçileri ve otomotiv işçileri işten çıkarmaları önlemek için fabrikalarını ele geçirdiler. Kazançlarını her türlü araçla savunmak için savaşıyorlardı. Topluluklarda insanlar yeni komşulukları oluşturuyorlardı ve genellikle de Yeni Havana ismini veriyorlardı.Militan mülksüzler hareketi önemli bir rol oynamaya devam ediyordu. Hareketin büyük bir kısmını Şili Devrimci Sol Hareketi (MIR) organize ediyordu. MIR Allende hükümetini destekliyordu ancak onu ilerideki gizli tehlikelere karşı da uyarıyordu. MIR o zaman Şili’de yetkiyi almak ile iktidarı almak arasındaki gerçek farkı anlayan bir avuç örgütten biriydi. 1972 Mart'ında hatta örgütlememenin, seferber olmamanın, savaşmamanın faşizme kapılarını açmak olduğu şeklinde uyarmıştı. Ki, ABD emperyalizmi, uzlaşamadığı Allende hükümetini devirmek için gece gündüz çalışıyordu gerçekten. Şili’deki ABD yanlısı gerici güçlerin büyüyen güç ve cesaretinin muazzam kanıtlarına karşın, Allende hükümeti sendeledi. Ulusal Kamyon Sahipleri Konfederasyonu, 70 bin kamyonla hayatı felce uğratarak ulusal çapta bir grev örgütlediler. Bu grev gerçekte ekonomiyi sabotaj etmeyi hedefleyen patronların bir lokavtıydı. 11 Eylül 1973’te, şiddetli askeri bir darbe ile Allende devrildi.Faşist generaller Allende yandaşlarını ve diğerlerini yakaladıkları yerde infaz ettiler. Bir çoğu işkence gördü, tecavüze uğradı, sakat bırakıldı ve öldürüldü.

Allande'nin ölmeden önce söylediği şu sözler Şili ve tüm özgürlük mücadelesi veren halklar için ilham vericidir ve hep ilham verici olacaktır: “Benim yurdumun işçileri, ben Şili’ye ve Şili’nin geleceğine inanıyorum. Yaşasın Şili, Yaşasın Şili halkı, Yaşasın işçiler!”

Her zaman diğer 11 Eylül’ü de hatırlayalım ve hiç unutturmayalım.

7 Eylül 2008

Ayakta Durmak Yetmezdi


Cumhurbaşkanı Gül'ün Ermenistan'a gidişine karşı çıkan CHP lideri Baykal, 'Bari gitmişken soykırım anıtına da bir çelenk koysun' dedi. Çok şaşırtıcı değil bu açıklama, partiyi iyiden iyiye ultra milliyetçi bir çizgiye çeken Baykal'dan gelmesi de. Oysa 1970 yılında sosyal demokrat bir başbakan bir anıt ziyaretiyle soğuk savaşın bitirilmesinin en büyük adımını atmıştı. Kimbilir belki

Baykal biliyordur bu tarihi olayı, ee Sosyalist Enternasyonal'da halen CHP di mi, Baykal sosyal demokrasinin tarihine de hakim olmalıdır mutlaka.


İsterseniz hatırlayalım bu tarihi olayı; Birgün Gazetesi'nden Selami İnce imzalı haberden de alıntılar yaparak;


Almanya Başbakanı Willy Brandt'ın 7 Aralık 1970 tarihli Polonya ziyaretinde Varşova gettosundaki anıtın ziyareti de programdaydı. O puslu kış günü, Willy Brandt Polonya gettosu anıtına çiçek koyduktan sonra, herkesin bakışları altında birden bire diz çöktü. 10 saniye, 20 saniye, yarım dakika... Herkes nefesini tutmuş bir biçimde Brandt'ı izlerken gazeteciler dünyanın en unutulmaz karelerini fotoğraflıyorlardı. Brandt yavaşça doğruldu ve arkada Alman delegasyonu olduğu halde susarak getto anıtını terk etti. Evet, Almanya Başbakanı Brandt sadece anıta çiçek koymakla yetinmiyor bir de diz çökerek faşizmin kurbanlarından insanlık adına af diliyordu. Brandt daha sonra 'bütün Nazi cinayetleri, toplama kampları, işkenceler, kötülükler ve insanlık dışı davranışlar için insanlıktan özür diledim' diyecekti. Dikkat edilirse burada ne bir soykırım tartışması ne de Alman halkı adına Polonya'dan ya da Yahudiler'den özür dilenmesi tartışması yapılmıyor, güçlü bir başbakan insanlık ve kendi adına, bir insanlık suçu karşısında diz çöküyordu.

'AYAKTA DURMAK YETMEZDİ'

Elbette bu dakikadan sonra bütün dünya Varşova'daki diz çökmeyi tartışmaya başladı. Alman Milliyetçileri Brandt'a ateş püskürüyor, ülkedeki Sosyal Demokrat Parti muhalifleri Brandt'a vatan hainliğine kadar varan suçlamalarda bulunuyorlardı. Brandt ölünceye dek de kendi ülkesi Almanya'da iç muhalefetin bu tür kara çalmaları ve suçlamalarından kurtulamadı. Muhafazakâr sağ basın ve antikomünist aydınlar yıllarca Brandt'ı bu davranışı yüzünden aşağılamaya çalıştı. O dönemde Spiegel dergisi tarafından yapılan bir kamuoyu araştırmasının sonucuna göre, Almanlar'ın yüzde 48'i bu hareketi onaylamadıklarını söyledi. Diz çökme kavramı Almanya'da yıllarca politik bir aşağılama deyimi olarak kullanıldı. Brandt yakın arkadaşı ünlü sosyal demokrat Egon Bahr'a neden diz çöktüğünü yıllar sonra şu cümlelerle anlattı:
'Planlanmış bir şey değildi. Birden bire burayı sadece ziyaret etmenin ve ayakta durmanın yetmeyeceğini düşündüm.'


Evet belki dünya tarihinde, dünya siyaset tarihinde bir devlet adamının attığı belki de en cesur barış adımıydı bu.Örnekleri açıkçası çokça da yaşanmadı, hatta hiç yaşanmadı bile denebilir sonra. Dünyanın çeşitli ülkelerinde, coğrafyalarında soykırım iddiaları halen sürüyor, soykırımlar da halen sürüyor. Brandt gibi cesur ve dürüst liderler gerekiyor dünyada soykırımdan büyük acılar çekmiş insanların en azından biraz acılarını dindirmek için Ruanda,Sudan'a,Cezayir'den,Anadolu'ya.Soykırım her neredeyse,artık herşeyi,her türlü siyasi hesabı bir kenara bırakıp özür dilemenin zamanı gelmedi mi.