28 Nisan 2009

ŞİRİN CEMGİL’DEN RAKEL DİNK’E MEKTUP


Türk Barışseverler Cemiyeti'nin Menderes Hükümetini, TBMM kararı olmaksızın Kore’ye asker göndermesi sebebiyle protesto etmesi üzerine babası Adnan Cemgil’in aldığı hapis cezası Sinan’ın henüz çocuk yaşta cezaeviyle tanışmasına sebep olur. “Komünistler Moskova’ya!” bağırışlarını ise, aynı dava yüzünden Yozgat’a sürgüne gönderilen annesinin yanında duyar.1964’de ODTÜ Mimarlık Fakültesi’ne girdiğinde siyasetle etkin olarak ilgilenmeye başlar. 1965 yılında Bursa'daki TİP kongresinin yapılacağı Saray Sineması önünde Komünizmle Mücadele Derneği tarafından kışkırtılmış binlerce kişinin, kongre çıkışında delegelerin üzerine saldırması sonucu babası Adnan Cemgil yaralanıp hastaneye kaldırılır. Sinan, Türkiye’deki açık şiddetle bu vesileyle tanışır. Sonra Sinan Cemgil, Türkiye İşçi Partisi’ne üye olur.
Sinan’ın Amerikalı öğretim görevlisinin Yıllardan beri ODTÜ'de İngilizce eğitim görüyorsunuz. Nasıl İngilizce bilmezsiniz? sorusuna verdiği yanıt bugünlere kadar gelmiştir: “Biz, ODTÜ'de İngilizce üç kelime öğrendik: Yankee go home."
1968’le birlikte yoğunlaşan öğrenci eylemlerinde, ODTÜ içindeki mücadelesi, sevilen kişiliği ve üstün hitabet yeteneğiyle üniversitedeki hareketin doğal önderi olur. ODTÜ’de Toplumcu Grup içinde yer alır. 1968’de ODTÜ’deki boykota ve 1969’daki ODTÜ işgaline önderlik eder. 1969 yılında Şirin Yazıcıoğlu ile evlenir.Cemgil, 1970 yılında, Hüseyin İnan, Yusuf Aslan, Alpaslan Özdoğan, Deniz Gezmiş ve Cihan Alptekin'le birlikte Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu'nun kuruluş çalışmalarını yürütür. Cemgil, 12 Mart 1971 muhtırasından sonra, arkadaşlarıyla birlikte Ankara'yı terkeder ve Elbistan civarındaki Nurhak Dağı'na çıkar. Kürecik Radar Üssü’ne yapacakları baskın öncesinde Sinan Cemgil ve arkadaşları vurularak öldürülür.
Türkiye’de 68 kuşağının öncü isimlerinden biriydi Sinan ve Şirin Cemgil. Geçtiğimiz günlerde Şirin Cemgil’in ölüm haberi geldi. 12 Eylül askeri darbesini izleyen günlerde tutuklanmıştı Cemgil. Serbest bırakıldıktan sonra 1982'de politik sürgün olarak ülkesini terk etmişti. Bir komünist olarak yurt dışında da sürdürdüğü politik mücadelesi 17 Nisan 2009'da Almanya'nın Duisburg kentinde sona erdi Şirin Hanım’ın.
Şirin Cemgil için yapılan törende, Hrant Dink’in öldürülmesinin ardından Rakel’e bir mektup yazdığı da ortaya çıktı. Şirin ve Sinan’ın oğlu Taylan, mektubu annesinin bilgisayarında bulmuştu. Şirin, Rakel’in Hrant’ın ardından o ünlü konuşmasını, ‘sevgilime mektup’u dinleyince Rakel’e bir mektup yazmaya karar vermişti. Şirin, eşi ve sevgilisi Sinan’ı Nurhak dağlarında bir jandarma kurşunuyla yitirdi. Hiç göndermediği mektubunda, Rakel’le ortak acılarından söz ediyor:
“Sevgili Rakel,
Sizi tanımıyorum ama acıyı, o gururla taşınan acıyı tanıyorum. Sevgilinin kurşunlanmasının yarattığı o yoğun, o hiçbir yerlere sığdırılamayan acıyı. Ama asla kurşunlanamayacak olan sevgiyi de. Benim sevgilimi yıllar önce 1971’ lerde Nurhak’ta kurşunlayan ellerle, sizin sevgilinizi 2007’de İstanbul’da kurşunlayan ellerin arkasında duran karanlığı da tanıyorum. Buna karşı duran bizlerin bütün yer yüzünü kaplayan kardeşliğini tanıdığım ve yaşadığım gibi. Yer yüzünde sessiz çığlıkların yansıdığı yerler çok ve sessiz çığlıkları hatırlatan tarihler de saymakla bitmez. Yıllar öncesinde ve zamanımızda yaşanan soykırımlar, katliamlar, işkenceler, paylaşım savaşlarının bombaları vb. vb. Kendimizin doğrudan yaşadıklarımız bir yana, doğrudan yaşamadığımız insanlığın çektiği acılar bazen bir kitaptan, bir filimden, bir fotoğraftan veya bir müzikten çıkarak ulaşıyor insana. Ya da kendi anılarımızdan, her hangi bir çağrışımlaçıkıp geliyorlar karşımıza, gerçeğe tutkulu bilincimizin bir yerinden süzülüp çıkıveriyorlar önümüze. Elbette yalnız acılar değil ulaşan, sevinçler, mutluluklar, devasa üretimler, buluşlar, destanımsı direnişler ve sevgi...Sizin mektubunuz da bir gazeteden ulaştı buraya ve bana. Düşündürdü, kıvandırdı, içimdeki duyguların bazılarıyla rezonanslar oluşturdu. Bunları size ulaştırmak ve ağlayarak okuduğum derin ve anlamlı mektubunuza katıldığımı, acınızı paylaştığımı yazmak istedim. Tanımıyor da olsam sizi ve çocuklarınızı bağrıma basar, sevgiyle gözlerinizden öperim Rakel. Şunu da eklemeliyim, büyük şair Nâzım Hikmetin dediği gibi:
“Çin’den İspanya’ya, Ümit Burnu’ndan Alaska’ya kadar,/her mili bahride her kilometrede dostum ve düşmanım var/Dostlar, ki bir kere bile selamlaşmadık/aynı ekmek, aynı hürriyet, aynı hasret için ölebiliriz”
Eşiniz Hrant da böylesi bir ekmek, böylesi bir hürriyet ve böylesi bir hasret için ölümü göze alan tanışmadığımız dostlardandı. Selamlar... Sevgiler... Dostluklar... “

22 Nisan 2009

FARKLI BİR 23 NİSAN, FARKLI BİR 19 MAYIS MÜMKÜN DEĞİL Mİ



Bu hafta sessiz sedasız bir değişim yaşandı. Onyıllar önce gerçekleşmesi gereken birşey ancak 2009'da gerçekleşti. Aynı 1 Mayıs’ın tatil oluşunda yaşanan süreç gibi. Mili Eğitim Bakanlığı İsmet İnönü döneminden kalma "Merasim Geçiş Yönetmeliği"ni değiştirdi. Artık çocuklar resmi törenlerde asker gibi uygun adım yürümeyecek.

Bazılarının bunu okuyunca neler düşüneceğini hisseder gibiyim sanki. “Aa olur mu, bu orduyu zayıflatmak için yeni bir adım, kesin arkasında bir oyun vardır, liboşlar yaptırmıştır bunu”.
1965'te çıkarılan yönetmelik ulusal bayramlarda okul ve stadyumda öğrencilerin nasıl yürüyeceğini askerî terimlerle düzenliyordu. Yönetmelikte öğretmenlere de komutan deniyordu. Artık resmi törenlerde öğrencilere "Dikkat sağa bak", "Uygun adım marş" "Selam dur" gibi askeri komutlar verilemeyecek. Merasime katılacak ilkokul öğrencilerine önlük, ortaokul ve liselilere kasket zorunluluğu da mevzuattan temizlenirken, öğretmenler de doğal olarak komutanı rütbesini kaybediyorlar. Asker toplumu Türkiye için az buz bir değişiklik değil bu gerçekleşen. Artık 11’er kişilik mangalarda sağ baştaki öğrenci "Manga komutanı" değil. Dört manga ise bir takımı oluşturmuyor. Umarım bu bir değişim ve dönüşümün ilk adımı olur. Her sabah küçücük beyinler ve bedenler, bazen yağmur çamur altında “rahat-hazır ol” komutları verilerek marş söylemeye zorlanmaz. Militarist anlayış o yeni şekillenen beyinlere daha küçüklükten yerleştirilmez. Ve bu adım sivil bir toplum olma yolunda bir ilk olur.

Artık örneği sadece Kuzey Kore gibi anti-demoktarik ülkelerde görülen köhne tören düzenleri değişmeli. Yapılan konuşmaların hamaseti değişmeli. Bu bayramlar gerçekten bir bayram gibi kutlanmalı, devlet törenleri gibi, x şehrini düşman işgalinden kurtarma törenleri gibi değil. Farklı bir 19 Mayıs, farklı bir 23 Nisan mümkün. Stadyumlarda değil sokaklarda kutlanmalı bu günler. Çocuklar ve gençlerin kendi hazırladıkları, kendi söz sahibi oldukları, emir almadan yaptıkları törenler gerçekleşmeli. Milli bayramlarda stadyumlara çocukları ve gençleri doldurarak, onların çokluğu, çevikliği, disiplinleri, birliktelikleri ile dünyaya ne kadar güçlü olduğunu gösterdiğini düşünen otoriter devlet zihniyeti değişmeli tabii ki herşeyden önce.


18 Nisan 2009

FAZIL SAY, SEZEN AKSU VE KAHRAMANLIK ÜSTÜNE “DAHA NE KADAR SESSİZ KALACAKSIN ERKEK”


Toplumun hassas olduğu zamanlarda toplumun genel geçer duygularıyla oynamak çok kolaydır. “Hesaplı çıkışlar” yapılır o zamanlar. Ustaca seçilir söylenenler, çok derinlikli olmasına gerek yoktur, orta sınıfa hitap eder nitelikte söylenir. Basitçe tümevarımlarla. Tribünlere oynanılır. Bunlar şık bir çalıma benzer, büyük alkış alır, bir anda tribünlerin sevgilisi yapar insanı. Amaç, belli bir kesimin kahramanı olmaktır. Bu bahsettiğimden Türkiye basınında da bol sayıda mevcuttur. En çok satan gazetelerin birinin 3.sayfasında ve orta sayfasında solda üstte köşe yazılarında, uzun değil kısa birkaç basit cümle ile kitleler kendine aşık edilir bazen. Güne onların yazılarıyla başlayan bir kitle oluşur. Hassasiyetler paranoyalara karışır.


Niye mi bunları yazdım. Usta piyanistimiz Fazıl Say, Sezen Aksu’ya Facebook sayfasu üzerinden bir mesaj göndermiş. “Daha ne kadar sessiz kalacaksın kadın” demiş, “Türkan Hoca’yı o halde görünce için acımadı mı?.. Şimdi inandır bizi gerçekten senin sen olduğuna... Çok ihtiyaç var kadın sana...” demiş.


Fazıl Say, belli ki, darbe istemeyen, şeriata karşı çıkan, “ne şeriat ne darbe” mesajı vereceği için Cumhuriyet mitingilerinde konuşulmasına izin verilmeyen Türkan Saylan Hoca’ya yapılanlar konusunda Sezen Aksu’yu suçluyor, pasif kalmakla eleştiriyor.


Say’ın bu tutumu insanda kuşku uyandırıyor. Gerçekte niyeti acaba Sezen Aksu’yu motive etmek, Saylan ile dayanışmasını istemek mi? Yoksa hassas Kemalist kesime Sezen Aksu’in dayanışmadığını göstererek “Görün işte Sezen Aksu'nuzu” mu demek. “Bu kadın, Cumartesi annelerinin arkasından, Hrant Dink’in arkasından şarkı yazar söyler, gider Diyarbakır’da konser verir, ama size gelince hiçbirşey yapmaz” mı demek. Onu hedef göstermek mi. Uzun süredir oynadığı, bir kesimin kahramanlığı rolüne yeni puanlar almak mı. Amacım Sezen Aksu savunuculuğu değil. Tabii Sezen Aksu, “Ben de Türkan Saylan’ım” demeli. Ki yaptı da bunu, bir gün sonra gelen açıklamasıyla.


Fakat bunu yapmasını istediği mektupta Fazıl Say, Ahmet Altan ve Mehmet Altan’a da açıyor ağzını yumuyor gözünü. Şöyle diyor:”“Biri iyi bir edebiyatçı olamadı... Öteki kaale alınmayan bir iktisatçı... Ne değerli bir yazar ne de filozof olabildiler...”


Çok ustaca bir tribünlere oynama bu. Hem Türkan Saylan’a destek olduğunu göster, hem Sezen Aksu’yu bir şekilde hedef göster, hem Ahmet ve Mehmet Altan’a laf at. “Onlar zaten liboş”u insanların kafasına yerleştir. Fazıl Say bir edebiyat ve ekonomi otoritesi de olmuşa benziyor. “Ben Ahmet ve Mehmet Altan’ı beğenmiyorum, onları yetersiz buluyorum” demek başkadır, “zaten biri kale alınmıyor, biri iyi bir edebiyatçı olamadı” demek başkadır. O zaman çıkıp biri günün birinde “Say hiçbir zaman iyi bir piyanist olamadı zaten, kimsenin onu dinlediği yok” dendiğinde yaptığı şey kendisine yapılmış olur Say’ın. Fazıl Say, usta bir piyanisttir ama bu başkalarına eleştirinin ötesinde laflar etme hakkını vermez ona.Bu tavrıyla Say tribünlerden bol miktarda alkış alır, istediği de odur zaten, ama demokrat bir aydın nasıl olur?


Ve Fazıl Say artık bizlere de ona hep mektuplar yazma hakkını vermiştir. “DAHA NE KADAR SESSİZ KALACAKSIN ERKEK” deme hakkımız artık hep saklıdır ona. “Hrant Dink öldürüldüğünde nerdeydin erkek”, “Onun duruşmalarında, mesela 20 Nisan’da Beşiktaş’taki duruşmasında niye yanımızda değilsin erkek”, “Travestiler bir bir katledilirken niye onlara omuz vermiyorsun erkek”, “Tüm ülkede her gün binlerce hayvan kıyımı yaşanırken nerdesin erkek”, “Kürtler binbir zorlukla siyaset yaparken, hakları çiğnenirken nerdesin erkek”. ....vb... Bizim tribünlere doğru da biraz şık çalımlar istiyoruz sizden Fazıl Bey.
Fotoğraf: Kardelenler projesi için yaptığı albüm kapağından

16 Nisan 2009

CESUR, GÜZEL, MUHALİF, İYİ BİR KADININ ÖYKÜSÜ



Başlığı okuyanlar büyük ölçüde Türkan Saylan’dan bahsedeceğimi düşünmüştür herhalde. Ama Saylan’dan, onun hayatından, onun başına gelenlerden yeterince bahsedildi zaten, bunları bir daha tekrarlamanın anlamı yok. Eregenekon gerçekten ilk zamanlarında çoğumuz için büyük bir umuttu. Az iş mi, yıllardır farklı düşünen tüm insanların ve kesimlerin üstüne kabus gibi çöken insanlara dokunuluyordu, hiç dokunulmaz diyen insanlara. Darbe iddiaları,ortaya çıkarılan darbe günlükleri soruşturuluyordu. Darbecilik artık bu ülkede de bir suç olabilirdi sonunda. Ama Ergenekon’da zaman içinde yapılanlar hem bu soruşturmadaki zaten az olan halk desteğini zayıflattı hem de işi özünden uzaklaştırdı. Biz hala umut etmek istiyoruz, güneydoğu’daki faili meçhul cinayetlerden Hrant Dink’in katline, Maraş katliamından Kıbrıs’ta olanlara ve tüm darbe iddialarında sonuca ulaşılacak, failler cezasını çekecekler. Ama Türkan Saylan gibi isimlere yapılanlar, gerçekten geri plandaki isimleri masum gösterecek ki zamanla bu en büyük tehlike.

Gazetelerimizde, medyamızda Türkan Saylan kadar yer bulmayan bir isim daha var. Çoğu kişi ismini bilmez, çoğu kişi ise “ha o bombacı kız” diye hatırlar onu. Oysa en az Türkan Saylan kadar değerli bir insan olan Pınar Selek’in üstünde de bugünlerde korkunç bir hukuksuzluk kılıcı boynuna inmek için bekliyor. Selek’in öyle özellikleri var ki, birçok insan için o çok sakıncalı bir isim. O yüzden çoğu insan onu, ona yapılanları görmezden geliyor. Gazeteciler sayfalarında ona hiç yer ayırmıyor, korkuyorlar. Saylan için oluşan halk desteği, kamuoyu onun için oluşmuyor. Kendine, kendi gibi düşünenlere birşey yapılınca hukuksuzluk diye çığlıklar atanlar Selek’e yapılanlara görmezden geliyor, kimi aydınlarımız (?) bir destek açıklaması yapmayı bile fazla görüyorlar.


1971 İstanbul doğumlu sosyolog, araştırmacı ve yazar Pınar Selek, Notre dame De Sion Lisesinde ortaöğretimini tamamlar. Mimar Sinan Üniversitesi Sosyoloji bölümünü birincilikle bitirir. Aynı üniversitede sosyoloji yüksek lisansını tamamlar. Fransa’da Sophiantipolis UDEL Üniversitesinde ekonomi-politik dersleri alır. Dışlananların ve birbirini dışlayanların ortak atölyesi olan “Sokak Sanatçıları Atölyesi”nin kuruluşuna öncülük eder. Amargi Kadın Dayanışma Kooperatifi kurucularından ve aktivistlerindendir. Zaman içinde barış ve insan haklarıyla ilgili çalışan birçok STK ve harekete destek verir. Dışlananların yanındadır hep. Selek'in EZLN Zapatist hareketin bildirileri ve Marcos'un mektuplarından oluşan “Ya Basta! Artık Yeter” adlı çeviri/derleme çalışması 1996 yılında Belge Yayınları'ndan; Ülker Sokak'ta travesti ve transseksüellerin dışlanmasını konu alan “Maskeler, Süvariler, Gacılar” adlı araştırması 2001 yılında Aykırı Yayınları’ndan; barış mücadelesinin ve genel anlamda tüm sol muhalefetin yaşadığı sorunların da ele alındığı "Barışamadık" kitabı 2004 yılında İthaki Yayınları’ndan; farklı sosyal koşullardan çok sayıda erkeğin askerlik deneyimleri hakkındaki anlatımlarına dayanan araştırması “Sürüne Sürüne Erkek Olmak” kitabı 2008 yılında İletişim Yayınları’ndan; masal kitabı “Su Damlası” 2008 yılında Özyürek Yayınları’ndan çıkar.

Bu değerli insanın hayatı on yıl once bir anda başka bir yöne doğru sokulur. On bir yıl önce Mısır Çarşısı’nda meydana gelen patlamayı gerçekleştirdikleri gerekçesiyle sosyolog Pınar Selek ve diğer sanıklara dava açılır. Uzman heyetlerin verdikleri raporlarda patlamanın bomba sonucu olmayacağının ortaya konulmasıyla dava 4 yıl kadar önce sanıkların beraatıyla biter. Ama Selek’in iki yılı hayatından elinden alınmıştır, içeride geçirmiştir günlerini.
Geçtiğimiz günlerde onun beraat kararı Yargıtay’da oybirliğiyle bozuldu. Yani kısacası Selek bir daha yargılanacak. Hapis günleri, gördüğü işkenceler hakkında konuşmayışı, acı içinde yıllar geçiren annesini kaybedişi. Sürekli yalan haberlerle yıpratılmaya çalışılması. Selek ilk suçlandığında kızkardeşi, kariyerini yarım bırakarak üniversite sınavlarına girip hukuk okumuş ve nihayetinde ablasının avukatlığını üstlenmişti.

Ancak masum olmanın getirdiği güçle insan dayanabilirdi yıllar boyu sürecek ve yankısı hayatının her alanına yansıyacak böylesi bir iftiraya, Selek de bunca yıl buna ancak böyle dayanabildi diye düşünüyorum ve inanıyorum.

Tabii Selek’e Saylan kadar destek verilmemesine şaşmamak lazım. Çoğu için öylesine tehlikeli bir isimki o. Aşağılanıp ezilen travestilerin veya sokak çocuklarının varolma çabalarına destek veren bir isim o. Kadının özgürleşmesi yolundaki mücadelesi yıllardır sürüyor. O bir feminist. Hem de anti-militarist bir feminist. Vicdani retten ve militarizmden bahsettiği için ona cephe alan öyle çok kadın var ki.

Hayata sizin pencerenizden bakmıyorlar diye toplumsal hayatın dışına atılanların zulüm görmesine razı gelerek adalet ve hakkaniyetten bahsedebilir misiniz? Ya da Selek’in görüşlerine ve yaptıklarına katılmadığınız için, onun yeniden yargılanmasını meşru gösterebilir misiniz? Buna tepki vermezsiniz, Saylan’a yaptıkları için çok kızdığınız AKP’lilerin durumuna düşmez misiniz? Hukuk sadece sizin ve sizing gibilerine birşey yapıldığında gerekli değildir. Yaşamını ezilenlerin, ötekileştirilenlerin, mağdurların haklarını korumaya ve barışa adamış olan Selek, iki kez beraat ettiği bir davadan yeniden yargılanmak isteniyor. Yargıtay 9. Ceza Dairesi, daha önce ilgili mahkemenin verdiği beraat kararını bozarak Selek’e ağır müebbet hapis cezası verilmesini talep ediyor. Bu size rahatsız etmiyor mu hiç? Yoksa onun anti-militarist bir feminist, gerçekten muhalif bir solcu olması mı size böylesine korkutan?

En güzelini de Deniz Türkali söylemiş, “Genç bir kadın olarak travestilerle, sokak çocuklarıyla bir aradaysanız bu tehlikeli bir durumdur. Pınar'a çok özeniyorum. Aslında herkesin Pınarlaşmasını istiyorum".
foto: radikal gazetesi'nden alınmıştır

14 Nisan 2009

1 MAYIS, TABİİ Kİ TAKSİM’DE




19’uncu yüzyılın sonunda 1 Mayıs, işçi bayramı olarak kabulünün yaygınlaşmasıyla birlikte Osmanlı’nın işçisi çok olan şehirlerinde kutlanmaya başlanmıştı. 1923’te kutlamalara yasak geldi. Sonra bu günü biraz daha yumuşatma, ılımlılaştırma amacıyla 1935 yılında 1 Mayıs “Bahar Bayramı” ilan edildi. Tatil günlerinin arasına alındı. Tarihe baktığımızda, birçok yıl her 1 Mayıs öncesinde solcu bilinen bir avuç aydının toplanıp 2 Mayıs günü salındığını görüyoruz. Eski gazeteler hep bu tip haberlerle dolu.


1 Mayıs, işçi bayramı olarak kitlesel bir şekilde ilk kez 1975’te İstanbul’da kutlandı. İki yıl sonra ise tarihimizin en acı olaylarından 1977 katliamı oldu. 1 Mayıs 1977’de yüz binlerce kişi bir bayram havasında Taksim’e doğru ilerliyordu. Meydandaki kalabalığın üzerine ilk ateş açanların kimler olduğu sorusu hala aydınlatılmadı. Operasyonun hangi ellerce yapıldığı ise hala belli değil. Bugün çoğu insanın kahraman gibi gördüğü insanların o katliamda parmağı olduğu söyleniyor.

1980 askeri yönetimi için ise 1 Mayıs en korkunç gündü. Ne işçi bayramı kaldı, ne bahar bayramı. Sonraki yıllarda, 90’lar gibi 1 Mayıs tekrar kitlesel olarak kutlanmaya başladı. O gün bugündür de bir “Taksim” tartışması var hep, her yıl baştan başlayan. Her yıl sendikalar kutlama için Taksim’i istiyor, “vatansever milletsever” yetkililer reddediyor. Geçen yıl da DİSK izinsiz olarak Taksim’e doğru yürüyünce güvenlik güçleri orantısız güç kullanmıştı, Türkiye demokrasisi için utanç verici görüntüler ortaya çıkmıştı. Sayın Vali ve Emniyet müdürleri şehri adeta bir sıkıyönetim şehrine çeviriyorlar her 1 Mayıs yıllardır.

Sendikaların Taksim ısrarını gereksiz bulan hatta buna provokasyon diyenler olabilir, ki ben bunların oldukça fazla olduğunu düşünüyorum ne yazık ki. Ama bir gerçek var Taksim Meydanı’nda yakın tarihimizin en büyük travmalarından biri yaşandı. Bunun üstüne gitmediğimiz için bu travmayı hala yaşıyoruz. Aynı Ermeni soykırımı tartışmalarında olduğu gibi.

Sendikaların Taksim’de özgürce yapacakları bir kutlamanın kime ne zararı var. Maçlar sonrasında herkese açılan o meydan işçiler oraya çıkınca mı tehlikeli olacak. Şayet provokasyon tehlikesi varsa, bunun da önlemini alacak Vali ve Emniyet Müdürü değil midir? Eğer yetkililer bazı grupların provokasyonundan korkuyorsa, bunlara karşı tedbirler, kutlamanın düzenleyicileriyle birlikte alınabilir. Çünkü bu mantıktan gidilirse her kalabalık toplantıda, mitingde birileri provokasyon yapabilir, o zaman bütün toplantıları yasaklamak gerekir.

1 Mayıs Taksim’de kutlandığı zaman çok önemli bir yüzleşmeyi de gerçekleştirmiş olacağız, çok büyük bir travmamızı atlatmış olacağız. Az şey mi bu? 22 yıl önce Taksim’i kana bulayanlar tarihin kendilerini en karanlık dehlizlere gömdüğünü anlayacaklar televizyondan bir şenlik içinde kutlanan 1 Mayıs’ı izlerken. 1 Mayıs Taksim’de kutlanmalıdır.

9 Nisan 2009

KONFERANS BİSİKLET: HERKESE LAZIM, EN ÇOK DA TATİL YÖRELERİNE VE ADALAR’A LAZIM






Havalar ısınıyor. Bahar artık yavaş yavaş kendini gösteriyor. Artık giymekten sıkıldığımız montlarımızı, paltolarımızı bir an once kışlık dolaplarına kaldırmak istiyor çoğumuz.
Bahar gelince bir diğer sevinç, kışın çokça kullanamadığımız bisikletlerle sokağa çıkabilme heyecanı. Tabii özellikle herşeyin, sokakların, otomobiller için düşünüldüğü İstanbul gibi bir şehirde bisiklete binecek yer bulmak zor olsa da, herşeye rağmen sahil yolları ve de Adalar her zaman için iyi bir seçenekler olarak önümüzdeler, değerlendirmeyi ve değerini bilirsek.

Geçenlerde Slow Cities-Yavaş Şehirler( http://www.slowmovement.com/slow_cities.php )ile ilgili internet sitelerini incelerken, karşıma Conference Bike (Konferans Bisiklet) diye birşey çıktı. Bir yanıyla çok pratik, bir yanıyla çılgın, bir yanıyla çok eğlenceli görünen bir icat. 7 kişi aynı anda bisiklete atlıyor, güle oynaya yolculuk edebiliyor. Yüzleri birbirine dönük bir şekilde. Hem pratik hem çok keyifli.

Bu ilginç bisikletin yaratıcısı ise Eric Staller. http://www.ericstaller.com/about

Büyük şehirlerde şu anki haliyle şehirlerin, biraz zor olur bu bisikleti kullanmak ama Güney’de, Ege’de, Karadeniz’de, birçok yerde kullanılabilir. Çok değişik tasarımları yapılabilir. Ve Adalar tabii. Adalar’I çok severim ama her gittiğimde at arabalarında sürülen atların hali hep içimi acıtır. Nasıl bir çözüm üretilir de motorlu taşıtların yasak olduğu Adalar’da ulaşım hayvanların sömürülmediği, güneş altında saatlerce köle gibi çalıştırılmadığı bir şekilde yapılabilir diye düşünürüm. Bu bisikletler pekala bir çözüm olabilir. En azından faytonların sayısı azaltılabilir. Biraz ütopik kaçabilir tabii düşündüklerim ama herşey de bir hayalle başlar ve değişir en sonunda.

Bisikletle ilgili kısa bir videoyu bu linkten izleyebilirsiniz.
http://www.conferencebike.com/cobiclip.mov

6 Nisan 2009

PİPPA BACCA’NIN YÜRÜDÜĞÜ YOLLARDA SESSİZ BİR YÜRÜYÜŞ




Barış için çıktığı yolda, Gebze'de vahşice öldürülmüştü Pippa Bacca. Savaşlarda ölenlere dikkat çekmek amacıyla üzerindeki gelinlikle otostop çekerek Milano’dan Tel Aviv’e bir yolculuk yapmayı planlayan sanatçı Pippa Bacca’nın cansız bedeni 12 Nisan 2008’de bulunmuştu.


Balkanları sorunsuzca geçtikten sonra yolculuğu Gebze yakınlarında vahşi biçimde son bulmuştu Pippa Bacca’nın, Bacca kuşkusuz erkek şiddetini, erkek tahakkümünün, cinsiyet ayrımcılığının ülkeler ötesi bir kavram olduğunu biliyordu, ama bilemezdi ki bunların en sert yaşandığı topraklara gelmişti. Namus cinayetlerinin olduğu, sokakların tacizlerle tecavüzlerle sürekli kirlendiği, bir saatten sonra kadınların sokaklarda rahatça dolaşamadığı, lümpenliğin, maçoluğun, kabadayılığın, resmi ideoloji olduğu bir ülkeye gelmişti.

Bu toprakların yaşadıkları en büyük utançlardan biri Bacca’nın ölümü. Ne yapsak hiçbirimizin üstünden çıkmayacak bir lekedir. Hepimiz suç ortağıyız bu topraklarda yaşayanlar. Onu öldüren katilleri, onların toplumdaki uzantılarına, türevlerine sokakları terk ettiğimiz için, onlara yenik düştüğümüz için.


Tam 1 yıl olacak 12 Nisan'da. Ve Bacca, bir yürüyüşle anılacak. Düş Yola adlı grup sessiz bir yürüyüş eylemi gerçekleştirecek. (siteleri http://www.dusyola.org/ yakında açılacak) Düş Yola grubunun kurucusu Ali Furkan Oğuz. 2007’nin Kasım ayında Facebook’ta bir grup olarak kurulmuş. Fakat grubun asıl ismi daha uzun ‘Sırt çantamı alıp yollara düşmek istiyorum’. Geçen sürede 7 bini aşkın üyeye ve 30’u aşkın bölge ve şehir sorumlusuna ulaşmış. Şimdiye dek doğa yürüyüşlerinden farklı şehirlerdeki buluşmalara kadar 30’u aşkın etkinlik gerçekleştirmişler.

11 Nisan 2009 Cumartesi sabahı 09.00’da Kadıköy İskelesi’nden başlayarak Kartal’a kadar Pippa için, barış için yürünecek. Aynı gün 16.00’da Kartal Tren İstasyonu’nda buluştuktan sonra, banliyö treniyle Gebze’ye, oradan da Ballıkayalar’a hareket edileecek, gece Ballıkayalar’da kamp yapılarak geçirilecek. Pippa’nın cansız bedeninin bulunduğu tarih olan 12 Nisan’da Gebze Ballıkayalar’da olayın olduğu yerde olunacak. Grup, gelenlerden Bacca gibi beyaz giyinmesini rica ediyor.