31 Aralık 2008

2008: İYİSİ AZ KÖTÜSÜ ÇOKTU,2009: HERŞEYE RAĞMEN UMUT ETMEK İSTİYORUM



2008’in son günü yazıyorum bu yazıyı. Biraz once televizyonda Skytürk’de dünyada yılın akılda kalan, gündemde kalan olaylarını izledim, bir yıla bunca olayın sığması, bunca kavganın, bunca savaşın, bunca skandalın, bunca acının, insanın moraliniz bozuyor, insanlığın vardığı nokta isyan ettiriyor. Dökülen bunca kanın kan karmızısı bir gezegene döndürmesi dünyayı. Güneşin her gün biraz daha eksilmesi göklerden.
İyi olan şeyler de oldu tabii yıl boyunca, değişen veya değişimi müjdeleyen olaylar yolumuzu aydınlattı ama kötüler bu yıl ne yazık iyi olaylara ağır bastı oldukça dünya çapında,aynı şekilde Türkiye’de de.

Önceliği iyilere verelim, hemen bozmalayım moralimizi di mi? Türkiye için geçen yılın en önemli ve olumlu gelişmesi bence Ergenekon davasının açılması oldu. Belki artık gündemden düştü veya özellikle iş sulandırılıp ciddiyetinden uzaklaştırılmaya çalışıldı ama darbe sevdalılarının, kendilerinden hiçbir zaman hesap sorulamayacağı düşünülen karanlık güçlerin, farklı her görüşü vatan hainliğiyle eşgören isimlerin gözaltına alınması, tutuklanması bir umut ışığı idi demokrasi için. Devlet içindeki derin yapılanmanın deşifre edilmesi için bu dava çok önemlidir. 2009’da umarız davada sonuna kadar gidilecek, Türkiye tarihinin karanlık noktaları bir bir aydınlanacaktır. Türkiye artık darbecileriyle hesaplaşmalıdır.
Davanın en büyük şanssızlığı ise sahte demokratlığını bu yıl sürekli olarak kanıtlayan AKP iktidarı döneminde olması oldu. Bu samimiyetini sorgulattı davanın. Ulusalcı güçlerin bunun bir komplo olduğu iddialarına taraftar bulmasını sağladı. AKP’nin kapatılmaması ülke için iyi oldu, böyle bir kararda AKP daha da güçlenecekti çünkü ve siyasal islamla mücadelenin sadece parti kapatmayla yapılabileceğini sanan çevrelere ders oldu bu karar.

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, milli maç vesilesiyle Ermenistan’a gitti. İlk kez bir Cumhurbaşkanı böyle bir ziyarette bulunmuş, kangren haline gelmiş bir sorunun çözülebilmesi amacıyla cesur bir ataktı bu. Yılın son ayında ise ‘Ermeni tehciri’nin acı sonuçları için esasında bireysel bir özür niteliği taşıyan imza kampanyası başlatıldı. Resmi tarihin sorgulanması açısından yeni ve ufuk açıcı bir gelişmeydi. Ama bu kampanyaya verilen tepkilerle, farklı düşünenlerin çok iyi bildiği o toplumsal linç ortamı da hemen gelişti. Hrant Dink’in bir sözcüğünü anlamayıp onu hedef gösterenler, bu kez özür metnini okuyamıyorlardı, orda ne yazdığını anlayamıyorlardı. Sadece hedef gösteriyorlardı yine, küfür ediyorlardı, aşağılıyorlardı. Bu yıl Ermeni sorununun çözümünün çok uzaklarda olduğunu gösterdi adeta.

Yılın son günlerinde TRT Kürtçe televizyon yayınına başladı. Aynı günlerde DTP milletvekilinin konuşmasında sarfettiği Kürtçe sözler ise Meclis tutanaklarına “bilinmeyen bir dil” diye geçiyordu. Bu toprakların bilinmeyen bir dili, Türkiye’deki milyonlarca Kürt’ün konuştuğu bir dil bilinmeyen bir dil olarak tanımlanıyordu. Herşeye rağmen yine de TRT’nin bu adımı önemli, tabii ordan devlet propagandası yapılmaya başlanırsa ileride tüm bu olumlu adım çöpe atılmış olur.

Kadın ve eşçinsel hakları açısından kötü bir yıldı. Taciz, tecavüz olayları birbirini izledi. Pippa Bacca’nın katledilmesi Gebze’de, bir utancı olarak geçti tarihine bu ülkenin.

Başbakan Erdoğan medyayla arasını iyice bozdu. Demokrat maskesi düşüverdi, zaten hiç yüzüne uymamıştı. Medya ise her zamanki gibi kötü bir sınav verdi. Taraf ve Birgün gazetelerinin verdiği mücadele medya açısından önemliydi, hem hayatta kalma mücadeleleri, hem de saklanan gerçekleri ortaya çıkarmaktaki çaba ve başarıları. Sorgulayıcı bakış açıları.

İşkence ve kötü muamele tırmanışa geçti. Polis kurşunlarıyla çok sayıda insan yaşamını yitirdi. Cezaevlerinde baskı devam etti. Bir 1 Mayıs daha polis ve devlet şiddetiyle kutlanamadı.

Yılın günlerinde İsrail’in Gazze’ye yaptığı bombardıman yeni yıla dair umutlarımızı biraz azalttı ne yazık ki. Acılar içinde giriyoruz yeni yıla.

Umudumu korumak istiyorum herşeye rağmen, bu ülkede az olduğumuzu ve hep az olacağımızı hissetmenin umutsuzluğunu yenmeye çalışarak, barışın savaşa ağır basacağı, özgürlüklerin geliştiği, demokratik açılımların sürdüğü, halkların kardeşliğinin karşısında duranların yenilgilere uğrayacağı bir yıl diliyorum, böyle bir yılı yaşamayı dilemek istiyorum.



foto: http://www.artwalks.org/ sitesinden

24 Aralık 2008

BİLİŞİM EMEKÇİLERİNİN SENDİKA MÜCADELESİ SÜRÜYOR







Bilişim sektörü tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de daha çok eğitimli, nitelikli, birden fazla yabancı dili iyi konuşan bir çalışan profiline sahiptir. Bu sektörde çalışanlar, esnek çalışma koşullarının etkisiyle uzun yıllar örgütsüz, sendikadan bihaber yaşadılar. Aldıkları maaşlar, yaşam koşullarının görece iyiliği, öğlen yemeklerini her gün plazanın veya alışveriş merkezinin altındaki lüks restoranlarda yemeleri, akşamları kahvesini kahve shop’larında yudumlaması, yurtdışı seyahatları, sürekli gelişen büyüyen işler, alınan ünvanlar. Bunların sarhoşluğu içinde geçen yıllar. Bu beyaz yakalı çalışanların gözlerinin önüne tüketim güçlerinin kalın perdesi inmişti. Ama herşey göründüğü gibi değildi esasında.

Bilişim sektöründeki iş gücü açığı ve bununla bağıntılı olarak sektör çalışanlarının görece yüksek ücretleri, sendika sözcüğünün bile duyulmadığı ya da duyulduğunda alay edildiği, soğuk bir tebessümle karşılandığı iş ortamları yaratmıştı. Ancak son yıllarda, özellikle de son kriz döneminde düşme eğilimi içine giren ücretler, giderek artan işsizlik, bazı soruları beraberinde getirdi sektörde. "Bizim neden sendikamız yok?", "Nasıl sendikalaşabiliriz?", "İşten atılırsak çaresiz mi kalacağız?" türünden sorular dillendirilmeye başladı. Sendikalaşma fikri gündeme geldi.

Sorun sadece düşen ücretler de değildi, insanca yaşam sınırını bir hayli aşan ek mesailer, ödenmeyen/geç ödenen ücretler, stres çalışanlar arasında büyük bir huzursuzluk kaynağı oldu. Tabii halen sektörün genelinde böyle bir bilincin oluştuğunu söylemek zor ama sendikalaşma mücadelesi sektörde adını her geçen gün daha çok duyuruyor.
Bu bağlamda, www.bilisimsendikasi.org adlı site kurulmuştu. Site, genel olarak bilişim çalışanları sendikası ile ilgili değil, kendisini IBM Türk çalışanlarının bir örgütlenmesi olarak ifade ediyor. Sitede, “"Sendikal örgütlenmemizi engellemek ve toplu sözleşme yapma hakkımızı geciktirmek için çalışanların isteğini hiçe sayan IBM Türk yönetiminin bu davranışını Türk halkına şikayet ediyor, kınıyor ve protesto ediyoruz” deniyor.
IBM Türk şirketi çalışanlarının mücadelesi yeni başlamış değil. Çalışanlar Second Life adlı internet sitesinde, Türkiye'nin ilk sanal gösterisini gerçekleştirmişti. Beş yıldır maaş zammı alamayan, çoğunluğu mühendis olan bilişim şirketi çalışanları, Eylül 2007'de İtalya'daki IBM çalışanları tarafından gerçekleştirilen ve başarıya ulaşan sanal eylemin benzerini tekrarladılar. İlk eylemi Secondlife.com'da sanal kimlikleriyle gerçekleştiren şirket çalışanları, 'IBM sendika hakkımızı istiyoruz' yazan tişörtler giyip, afişler taşıdı. IBM Türk çalışanları 1980 öncesinde kurdukları Bil-İş adlı sendika ile alanlarında ilk toplu sözleşmeyi yapmıştı. 1980 sonrası yetkisi elinden alınmıştı sendikanın. Maaşlarının sektör ortalamalarının üzerinde olduğu iddiasıyla beş yıldır zam alamayan IBM Türk çalışanları ise şirket yönetimiyle görüşmeleri sonuç vermeyince son çare olarak Tez Koop-İş sendikasına üye olmuştu.
IBM Türk’ün yaşanan mali krizi bahane ederek üç çalışanının işine son vermesi, plaza eylemlerini başlattı. Yazılı bir açıklamayla işten atılan üç işçinin sendika üyesi olduklarına dikkat çeken Ticaret, Kooperatif, Eğitim, Büro ve Güzel Sanatlar İşçileri Sendikası (Tez-Koop-İş) üyeleri plaza eylemlerini başlattı. Sendikal faaliyetleri engellenmek isteyen bilişim çalışanları ilk eylemini 3 Aralık Çarşamba günü IBM’in Levent’teki binasının önünde yaptı. Sendika, 400’e yakın IBM Türk çalışanının yüzde 80’inin üyelik işlemlerini tamamlayarak toplu iş sözleşmesi yetkisi için bakanlığa başvurdu, ancak IBM yönetiminin itirazıyla karşılaştı. IBM Türk "toplu sözleşme için yeter sayıya ulaşılmadığı" ve çalışanlarının “Büro iş kolunda olmadığı" gerekçesiyle konuyu yargıya taşıdı. Tez-Koop-İş itirazın yetki tescilini geciktirmekten başka bir amacı olmadığını düşünüyor.

Eylemlerinin üçüncüsü 24 Aralık’ta Yapı Kredi Plaza önünde gerçekleştirildi. Eyleme Tez-Koop-İş, Bank-Sen ve Elektrik Mühendisleri Odası destek verdi. Eylemde bir konuşma yapan Tez Koop İş Genel Örgütlenme Sekreteri Osman Gürsu, IBM ‘de başlatılan sendikal örgütlenme mücadelesinin tüm bilişim sektöründe dalga dalga yaygınlaşması gerektiğini söyledi. Gürsu, “Beyaz yakalılara dayatılan düşük ücret ve ağır çalışma koşullarına karşı örgütlenmekten başka seçenek yok. Ekonomik kriz ortamında AKP hükümeti yalnızca patronları korumayı ve kollamayı sürdürüyor. Bugüne kadar sendikal örgütlülüğün önüne konulan engellerle güvenli bir gelecek ve güvenceli işten yoksun bırakılan farklı işkollarına ve sektörlere mensup çalışanlar, sorumlusu olmadıkları krizin bedelini ağır biçimlerde ödemeye başladılar. Bu gidişe dur demek için üçüncü defa IBM önündeyiz. Sendikal örgütlülük içim başlattıkları süreçte işten çıkarılan üç sendika temsilcisinin işe iadesini istiyoruz. IBM yönetimi sendikaya yani güvenli bir çalışma hayatını itirazını çekmelidir. Krizi biz yaratmadık, faturasını biz ödemeyeceğiz” dedi.
Eylemler sonuç alınıncaya dek her hafta Yapı Kredi Plaza'nın önünde tekrar edilecek.
Geniş bilgi için : http://www.bilisimsendikasi.org/

19 Aralık 2008

1915-1955-2008...BİR HUZUR VE VİCDAN MESELESİ


-Trabzonsporlu taraftarlar hakem kararlarından dolayı Türkiye Futbol Federasyonu (TFF) ve Merkez Hakem Kurulu’nu protesto ederek, TFF binasına siyah çelenk bıraktı. Trabzonsporlu taraftarlar protesto sırasında "Şampiyon olmamız engellenemez", "Oğuz Sarvan istifa" ve de "Ermeni Oğuz’a Trabzon’da soykırım" şeklinde sloganlar attılar. Pankartlarının altında, "Yasinlerle çıktık yola, Ogünler çok yakında" yazısı vardı.

- CHP Milletvekili Canan Arıtman şöyle konuştu: “Buna imza atmak aymazlık değilse vatan hainliğidir. Sözde kendini aydın sayanlar Türkiye’den özür dilemelidir. Gül’ün bu kampanyayı desteklediği görülüyor. Gül, cumhurun, yani Türk milletinin cumhurbaşkanlığını yapsın, etnik kökeninin değil. Gül’ün anne tarafının etnik kökenini araştırın, görürsünüz.”

- Başbakan Recep Tayyip Erdoğan (tabii ki yine her zamanki sinirli mi sinirli üslub(suzluğ)uyla: “Özür diliyorlar, demek ki onlar soykırım yapmışlar”

Türkiye toplumu polemikleri, tartışmaları gerçekten çok seviyor. Bu polemiklerde tartşımalarda kavgalarda atışmalarda kendini öylesine saf bir halde gösteriyor ki, içlerinde ne varsa döküyorlar. Yukarıdaki alıntılar son bir haftada yapılan açıklamalar. Bir grup değerli aydının öncü olduğu “Özür diliyorum” kampanyası her türlü hassasiyetlerini doya doya yaşayan siyasetçilerimizi, yazarlarımızı, (onların deyimiyle) gerçek aydınlarımızı harekete geçirdi. Öfke dolu, tepki dolu, tehdit dolu mesajlar birbirini izledi. Ve en önemlisi ve de acısı ırkçılık yüzünü gösterdi, kafatasçılık ayyuka çıktı yine.

Başbakanımız şöyle buyurmuş: “Böyle konulara girip rahatımızı kaçırmayın”. Herşeyden anladığımızın farklı olduğu gibi huzurdan da anladığımız meğer farklıymış sayın Başbakan’dan. Hiç konuşulmayanın, sorgulanmayanın, eleştirilmeyenin, böyle gelmiş böyle gitmişçiliğin huzuru değildir bizim huzurumuz, bizler huzuru araştırmada, eleştirmede, sorgulamada, sormada, cevapları aramada, gerçekten bilmede buluruz en çok. Konuşmak için bilmek gerekir, araştırmak, tek taraflı değil çift veya daha çok taraflı okumak, sorgulamak ve eleştirmek gerekir. Bunu yapmayanların karşındaki karşı tek silahı saldırmak olur, ona çamur atmak olur (bkz. Melih Gökçek).
Ermeni tehciri ve sonrası yaşananlar konusunda bu bir haftada yapılan tartışmalarda da yaygın faaliyet bu konuda resmi savunma dışında bir şeyler söyleyenlerin hainlikle suçlanması oldu. Suçlayanların büyük çoğunluğunun konuyla ilgili olarak bir iki klişe cümlenin ötesinde bir bilgi sahibi olmadıkları, iddia ettikleri bilgilerin nasıl da yanlış ve tutarsız olduğu görüldü yine.

Onların iddiası kısaca şöyle: Benim atalarım yanlış bir şey yapmış olamaz. Her milletin tarihinde kara dönemler olabilir ama benimkin de olamaz, benim tarihim yalnız şan ve şerefle doludur.
Oysa ki her ulusun ama istisnasız her ulusun tarihinde kötü şeyler de vardır. Bizim tarihimizde, hem de çok yakın tarihimizde Kahramanmaraş, Çorum, Sivas, 6-7 Eylül olayları, Varlık Vergisi..vb gibi olaylar vardı. Yalan bir huzur isteyenler bunların bilinmesini istemezler ama üstünün kapatılması için herşeyi yaparlar ve çokça da başarıya ulaşırlar, bu konuda en büyük yardımcısı görmezden gelebilmeyi ustaca beceren toplumdur.

Tayyip Erdoğan’ın dediklerinin kısaca tercümesi şudur: “Sen vatandaşsın sen tarihi öğrenmeye, bilmeye kalkıyorsun, yanlış yapıyorsun, sen devlet büyüklerinin sana söylediği kadarını bilmek dışında bir şey yapamazsın. Araştıramazsın, öğrenmeye kalkamazsın, kalkarsan, huzur kaçırırsın.” Bunun bir sonraki adımı “Ya sev ya Terket”tir.

Canan Arıtman’ın ise söylediklerini tartışmayı bile utanç verici buluyorum. Ama korkutucu olan, bu ülkede milyonlarca Canan Arıtman’ın varlığıdır. Arıtman, bir kadının sadece başının açık olmasıyla çağdaş olamayacağının Tansu Çiller ile birlikte en büyük kanıtıdır.

Onlar için huzur kimsenin konuşmaması, kimsenin düşünmemesi, resmi olanlar dışında bilgi sahibi olmaya kalkışmamasıdır. Bizim huzurdan anladığımız ise bu değildir. Unutulmasın, yalan huzurlar içinde toplumu yönettiklerini zannedenlerin hepsi de tarihin derinliklerinde kaybolup gitmiştir. Herkes tabii istediği huzuru seçebilir, bizim vicdanlarımızın sesinin doğrultusunda seçtiğimiz huzur arayışına ise kimsenin karışmaya hakkı yoktur.

1915 yılında Osmanlı’daki Ermeni yurttaşları topluca sürgüne yollayan, yolda on binlercesinin ölümüne, hastalanmasına neden olan, sürgün yollarında saldırılara uğramasının altyapısını hazırlayanlar o dönemde Osmanlı İmparatorluğu’nun yönetiminde olan İttihat ve Terakki’nin yöneticileridir. Bu yöneticilerin ideolojileri Turancılıktır. Avrupa’daki aşırı milliyetçi ve ırkçı hareketlere, rejimlere hayranlıkları vardır.

Çok değil 40 yıl sonra 6-7 Eylül 1955 tarihinde bir yalan haber üreterek bu ülkenin Hıristiyan yurttaşlarının İstanbul’da dükkânlarını yağmalanmış, kiliseler basıp papazları linç edilmiş, birçok Türkiye Rum’u bu ülkeden kaçmakta bulmuşlardır çareyi. Çok değil 40 yıl sonra. Tarihimiz farklı düşünenlere, azınlıklara, farklı olanlara reva görülenler açısından yüzleşilmesi gereken acı örneklerle doludur. Demokratik bir devlet ise kendi geçmişini ve hatalarını da masaya yatıran devlettir.

Bu açıdan ben “Özür diliyorum” bildirisini bu ülkede ‘hep biz haklıydık’, ‘biz masumuz, hep onlar yaptı, yapıyor” diyen ve devletin her yaptığını kayıtsız şartsız doğruymuş gibi savunan tutuma bir karşı çıkış, isyan ve bir ezber bozma olduğunu düşünerek destekliyorum. Yüzleşme, demokratikleşme için bir başlangıç adımıdır.

15 Aralık 2008

"SONO İNNOCENTE!"*




15 Nisan 1920'de, ABD’de Boston’un 'un banliyölerinden birinin ana caddesinde bir soygun sırasında iki kişi öldürülür. Bu iki kişinin öldürülmesiyle başlayan yargılama süreç, dünya hukuk ve anarşizm tarihine iki İtalyan'ın adını kazır adeta. Bu iki isim; Nikola Sacco ve Bartolemeo Vanzetti’dir.

Dönem, Birinci Dünya Savaşı'nın sona erdiği ama ekonomik ve siyasi krizin etkisinin savaştan sonra da derinden hissedildiği dönemlerdir. Bir ayakkabı firmasının muhasebecisi ve bu kişinin koruması, işçilerin ücretlerinin bulunduğu zırhlı kasayı naklederken saldırıya uğrar ve ölürler. Saldırı sırasında kullanılan çalıntı arabanın izini süren komiser, poliste kaydı bulunan İtalyanlar'ın olaya karıştığı bilgisini edinir. Bu yaşananların üzerine bir otomobil tamircisi, işyerine iki İtalyan'ın geldiğini bildirir. Teşhis edilen kişileri elinden kaçıran komiser, bunun üzerine ihbar edilen iki adamı tutuklar. İkisi de yabancıdır ve silahlıdır. Üstlerinde anarşist bir bildiri bulunur. İşte o iki isim Saccoı ve Vanzetti’dir.
İlk sorgulamayı yapan sorgu yargıcı, Sacco'nun South Braintree olayına karıştığına hemen kanaat getiriverir nasıl olduysa. İki adam masum olduklarını haykırırlar sürekli. Teşhis için tanıkların karşısına çıkarılırlar. Vanzetti daha önce başka bir davadan hapis cezası almıştır. Noel'deki Bridgewater Soygunu'nun sanığı olan tanıklar onu resmen teşhis etmiştir. Vanzetti bu birinci dava yüzünden diğer mahkemeyi tutuklulara ayrılan bir kafesten izler. 31 Mayis 1921'de Dedham’da County şerifinin "hear ye! hear ye! god save the commonwealth of massachusetts!" nidasıyla baslayacak davanin 20. yuzyilin en cok tartisilacak davalarindan biri olacagindan o anda salonda olan herkes bihaberdi şüphesiz. 1921 Ağustos'unda Dedham'daki mahkemede bu kez Sacco ve Vanzetti'nin idama mahkûm edildiği duyurulur.
Sacco ile Vanzetti’nin adalet arayışı yıllar sürer. Bu süre içinde başka bir suçtan hapis yatan, Celestino Madeiras, soygunu ve cinayetleri Joe Morelli çetesiyle birlikte işlediğini itiraf eder. Sacco ile Vanzetti’nin yargılanması ise artık bir soygun davası olmaktan çıkmış, onların siyasi kimliği üzerinden yürümeye başlamıştır. Sacco ile Vanzetti işte bu görüşleri yüzünden Amerikan hukuk sisteminin kurbanı olurlar.
Sacco ve Vanzetti işçi grevlerinde ve politik yuruyuslerde her zaman ön saflarda bulunan iki anarsisttir. Sacco, Amerika’da çeşitli işlerde çalıştıktan sonra kunduracı olur ve evlenir. Ayrıca anarşist bir militandır. Hapishaneyi ölümden daha korkunç bulan sacco, akli dengesini kaybeder. defalarca intihara teşebbüs eder. Vanzetti ise kendileriyle dayanışan insanlarla mektuplaşır, öğrenme sürecini ise hapishanede de olsa kesintisiz sürdürür. "Bir proleterin hayat hikâyesi" adını verdiği çocukluk anılarını kaleme alır.

Mahkemeleri boyunca dünyanın dört bir tarafında adalet için ve bu iki masum insanın kurtarılması için kampanyalar düzenlenir, sonuç alınamaz. Bertrand Russell'dan Bernard Shaw'a birçok aydın onlar için mücadele eder. Nazım Hikmet ise onlar için şu dizeleri yazar;

onların cebinde fırkamızın bileti yoktu onlar,
kurtuluşun kapısına varmayı,
ferdin cesur hamlelerinden uman iki saf ve namuslu çocuktu!
ne milyonların rehberiydi onlar,
ne de inzibatlı bir devrim ordusunun askeri!
devrimin sıra neferiydi onlar,
devrimin namuslu neferi. yanıyordu kanlarında şavkı italya güneşlerinin
koştular temiz esmer alınlarla hayatın sesine dövüştüler
yanında dövüşen kardeşlerinin yeni dünyaya düştüler
eski zulmün pençesine! yedi yıl ölümün karşısında
gülerek durdular elektrikli iskemleye
kadife bir koltukmuş gibi oturdular
yürekleri dört bin volta yedi dakika dayandı
yandı yürekleri yedi dakika yandı cani değildiler,
kurban gittiler bir cinayete kurban gittiler
dolarların emrindeki adalete!
hayatlarında olmadılarsa da kitlelerin rehberi,
ölümleriyle şaha kaldırdı kitleleri
bu iki ihtilal neferi!

Ennio Morricone'un müziğine, Joan Baez'in yazdığı şarkının son dizeleri ise oldukça etkileyicidir;
forgive me all
who are my friends
i am with you
i beg of you, do not cry

23 Ağustos 1927 günü idam edilen Sacco'nun son cumlesi, "Yaşasın Anarşizm! Elveda karicigim, cocuklarım ve arkadaslarım" olur. Kayda gecen infaz anı kelimesiyse en insani, en saf yardim çagrısıdır; "Mama!".
Sacco ile Vanzetti davası, tarihin simgeleşmiş, politik davalarından biridir. Etkisi halen sürmektedir, halen yol göstericidir tüm dünyada adalet mücadelesinde. Ve son çığlıkları ölüme giderken Sacco ve Vanzetti’nin, hala faşistlerin kulaklarında çınlamakta ve onları korkutmaktadır:

“Yaşasın Anarşizm”
* "hepimiz masumuz"

14 Aralık 2008

GEÇMİŞİYLE VE DARBECİLERİYLE HESAPLAŞAN YUNANİSTAN’DA İSYAN GELENEĞİ YİNE SOKAKLARDA







Yunanistan'da 16. yaşındaki Alexandros Grigoropoulos'un polis kurşunuyla öldürülmesinin ardından anarşist gruplar tarafından başlatılan isyan halen devam ediyor. Geçtiğimiz hafta ülkedeki kamu çalışanları genel greve giderek Karamanlis hükümetine sertbir uyarı yaptılar.
Komşuda neler oluyor peki, bu Türkiye basınında da çoğu haberde dendiği gibi ekonomik durumdan bunalan gençlerin isyanı mı, anarşistlerin gövde gösterisi mi, yoksa bir isyan geleneğin devamı olarak bir dışavurumu mu bir mücadelenin?

Yunanistan 1967-1974 yılları arası Albaylar Cuntası altında faşizmi en açık ve acı şekliyle yaşamış bir ülkedir. Metaksas diktatörlüğünü, Alman işgalini, üstüne iç savaşı ve yoğun bir anti-komünizm dönemini de yaşamıştır Albaylar Cuntası dönemi öncesi. Ama esasında herşey, Yunanistan’ı bugünlere getiren herşey Albaylar Cuntası dönemindem sonra başlamıştır. Albaylar diktatörlüğünden sonra bir daha böyle bir şey olmaması için kararlılıkla, hem de toplumun geniş kesimlerinin paylaştığı bir kararlılıkla gelecekte Albaylar’ın ve darbe heveslilerinin darbe yapabilmesini önleyecek adımlaratılmış, böyle bir rejimi gelecekte mümkün kılabilecek tüm pislikler temizlenme yoluna gidilmiştir. Bedeller de ödenmiştir demokrasiye geçmek için, demokrasinin ağır bir bedeli vardır ve ona ulaşmak isteyen bunu öder, Yunan halkı da bunu ödemiş ve bunun ödülünü almıştır.

Yunanistan PASOK’un efsanevi sosyal demokrat lideri Papandreu döneminde toplumdaki demokrasi talebinin de rüzgarıyla ordu içinde geniş çaplı tasfiye gerçekleştirildi. 1967-74 döneminin özlemini çeken veya yeni bir müdahalenin hayalini kuran veya siyasetin sivillere bırakılmasını içine sindiremeyen subaylar etkisiz hale getirilmiştir.

Bugün Yunanistan’da gencecik bir anarşistin polis kurşunuyla öldürülmesinin ardından böylesine güçlü ve kararlı bir tepki verebiliyorsa Yunan toplumu, bunun birinci nedeni Yunanistan’ın geçmişindeki anti-demokratik tüm kurum, oluşum ve kişilerle hesaplaşabilmesidir.

İkinci neden ise kanımca Yunanistan’daki güçlü anarşist gelenek. Yunansitan’da anarşist hareketler hep çok güçlü olagelmiş, 1 Mayıs’tan grevlere birçok toplumsal olayda anarşist gruplar ön saflardadır. İnternette uzun süredir takip ediyorum anarşist Yunan gruplarını, Atina ve Selanik'te yıllardan beri çok ciddi anarşist alternatif hayat pratikleri örgütleyen gruplar var. İşgal evleri geleneği hayata geçiren. Özellikle ırkçılık karşıtı eylemler düzenliyor bu gruplar ve gündeme sık sık geliyorlar. Yunanlı anarşistler pek çok başka yerdeki anarşistler grupların da esin kaynağı olageldi hep. Bu son ayaklanmada da büyük oranda anarşistlerce gerçekleştirildi. Bu gruplar hiçbir zaman (aynen Türkiye’de anarşist gruplar gibi) amaçsız şiddet düşkünü geçnler değiller. Paris'te, Londra'da ve İstanbul'da Yunan konsoloslukları önünde anarşistlerin gerçekleştiği eylemler de bir uluslararası anarşist dayanışmanın göstergesi. Yunanistan’da belki düzeni değiştirecek güce sahip değil anarşist gruplar, ama oradaki sosyal hareketler üzerindeki belirleyici etkisi bulunuyor.
Albaylar Cuntası gibi bir dönemi çok değil 20-25 yıl once yaşamış bir toplumun bugünkü isyan kuvveti takdire şayandır ve Türkiye için de kıskandırıcıdır. Geçmişteki darbecileriyle bir türlü hesaplaşamayan, bugünkü darbecilerini kahramanlaştıran bir topluma ve gençliğe sahip, ırkçı,milliyetçi,şovenist damarı her gün her olaya her farklılığa sürekli kabaran, sorgulamak diye bir kavram lügatında bulunmayan, azınlıklarına yaşam hakkı tanımayan..vb Türkiye için.

7 Aralık 2008

YANYANA GELEMEYECEK İKİ KAVRAM: KURBAN VE BAYRAM



“Din şehîd ister, asûman kurban / Her zaman, her yerde kan, kan, kan!..''
Bu dizeler Tevfik Fikret’in bir şiirinden. Her kurban bayramı aklıma gelen bir şiirdir yıllardır, ilk okuduğumdan beri bu dizeleri.
Her yıl kitle halinde kurbanların kesildiği günler geldi çattı yine. Yine binlerce masum hayvan din adına, inanç adına katledilecek. Milyonlarca insane kurbanı keserek ve kestirerek iç huzura (!) erecek, dini vecibelerini yerine getirecek.

En fanatik AB’cilerimiz, liberallerimiz, muasır medeniyetçilerimiz bile kurban kesmeye ciddi bir karşı koyuş geliştirmeyecek yine, itirazlar sadece kurbanın açıkta ve özellikle çocukların gözü önünde kesilmesiyle sınırlı kalacak. Çocuklara o şiddeti izlettirmek elbette kabul edilemez, ama konu çocuklar o katliamı görmeyince kapanmayacak, canlı türlerine yönelik bu cinayetler örtbas edilmiş olmayacak. Bu bayramda da hiçbirşey değişmeyecek. Bayram ve kurban kavramları yanyana gelecek. Oysa ki;

Kurban ve bayram yanyana gelemeyecek iki sözcüktür.Kurban ile bayramın yanyana gelmesini kimse yadırgamıyor ne yazık ki.

Bayram adıyla bile pozitif çağrışımlar yapan, mutluluk, sevinç, neşe, kardeşlik, dostluk gibi sözcükleri hemen akla getiren bir kavram.

Kurban herhangi bir kimse veya şey için feda edilen, kazada, doğal afette ölen, yahut ihmal,dikkatsizlik veya hatadan dolayı can ve mal kaybına uğrayan insanlar için kullanılır.
Kurban kesmek ise Paleolitik çağdan kalmadır. Totemlerin, tanrıların insan gibi yemek yedikleri var sayıldığından, onlara insan veya hayvan bazen de tahıl, yağ, süt, şarap sunulurdu. Eski Yunan, Roma tapınak ve sunaklarındaki en önemli törenler kurban törenleriydi. Kutsal bakire' veya hayvan kurban etmek en önemli ibadetti.

İslamiyetteki Kurban Bayramı ise İbrani mitolojisine dayanıyor. Kavmin atası İbrahim, oğlu İsmail’i kurban edecekken, tanrı bir koç göndererek İsmail’i kurtarır. Kur’an’da Kevser suresinin ikinci ayetinde Müslümanlara kurban kesmeleri bildirilmiştir. O gün, bugündür Hacca gidenler Mekke’de, gitmeyenlerden durumu elverenler evlerinde kurban keserler. İlkel toplumlardan devralınan gelenek bayramlaştırılarak bunca asırdır sürer gider.
Türkiye’de ise sadece dini vecibe yüzünden değil herşey için kurban kesilir. Siyasi liderleri, devlet büyüklerini karşılama ve uğurlamalar, açılış ve temel atma törenleri, sünnet düğünleri kurban kesme vesileleridir. Bazen bir futbol takımının sezon açılışında tüm sezon iyi geçsin diye kurban kesilir. (Fenerbahçe Başkanı Aziz Yıldırım’ın sıkı bir kurban kestirici olduğu söyleniyor) Kesilen hayvanın kanı alınlara sürülür. Hatta en son güzide bir köyümüzde Obama başkan seçildiğinde tam 44 kurban kestirildiğini okuduğumuzda ağzımız apaçık kalmıştı.
Kurban kesmenin mazareti hazırdır bayramda. Et dağıtılarak fakir fukara doyurulur. Oysa, hayır işleri yapmanın et dağıtmaktan çok daha ciddi ve akılcı yolları vardır, çok da daha medenice yolları, insanca.

Haşa, kimsenin dinine imanına karıştığımız yok, ama sözkonusu canlıların hayatıysa buna müdahale etme hakkımız da var. Dindarlar sevaba girmek istiyorlarsa, kesecekleri kurbanların bedellerini nakit olarak hayır kurumlarına versinler, çocuk giydirsinler, öğrenci okutsunlar veya nakden doğrudan dağıtsınlar. Yeter ki, kurban bayramındaki kan gölü terkedilsin.
Böylesine ilkel geleneğe itiraz hakkımız vardır. Bu dine, inananlara saygısızlık değildir kesinlikle. Kameralara yansıyan görüntülerdeki veya çevrenizde kesilmeyi bekleyen hayvancıkların masum ve mazlum bakışlarına (dilimizdeki kurbanlık koyun gibi bakmak deyimi bundan ileri gelir) bu bayram daha dikkatli bakın, içinizde biraz insanlık varsa o bakışlar belki size birşeyler anlatır.

4 Aralık 2008

ÇAĞRI MERKEZLERİNDE BİR HAYALET DOLAŞIYOR


İki sene önce web sitesi aracılığı ile sesini duyurmaya başlayan ve sıkıntılarını kamuoyuna duyuran çağrı merkezi çalışanları dernekleşti. gercegecagrimerkezi.org sitesini bir süredir takip ediyordum, bu merkezlerde çalışan arkadaşlardan sıkça duyduğumuz sıkıntılar, şikayetler, sorunlar artık çağrı merkezleri çalışanlarını isyan noktasına getirdi. Sitede "Biz Kimiz" bölümünde arkadaşlarımız kendilerini şöyle anlatmışlar: "Bizler çeşitli çağrı merkezlerinde çalışan,sürekli olarak sömürüye, patron ve şef baskısına maruz kalan, performans değerlendirmeleri sonucunda kendimizi yarış atı gibi hisseden insanlarız. Yaptığımız işin bir iş gibi görülmemesinden, yoğun bir tempoda çalışmamıza rağmen yine de doğru düzgün bir hayat yaşayamamamızdan dolayı sıkıntı duyan emekçileriz. Evet biz emekçileriz! “Emekçi”nin elinde İngiliz anahtarıyla devasa makineleri kontrol eden mavi tulumlulardan ibaret olmadığını bilen, hizmet sektörü emekçileri olarak diğer emekçilerle ortak çıkarları olduğunu fark etmiş olan bir topluluğuz. Bizler temiz büro işinin de ne kadar “pis” olabileceğini görmüş olan kişileriz. Rekabetin bizi ne kadar yalnızlaştırdığını, kariyer söyleminin hayatlarımızı daha yaşanabilir kılmak şöyle bir dursun daha da kararttığını gören insanlarız. Artık bu karanlıktan kurtulmak isteyen, kendini haklarını elde etmek için mücadele etmek zorunda hisseden, patronlarla çıkarlarının çeliştiğini fark etmiş olan çağrı merkezi çalışanlarıyız."

Çağrı Merkezleri Çalışanları Derneği'nden Utku Dinç ile bünyesinde çalıştığım BTHaber Gazetesi için konuştum, o röportajı burada da paylaşmak istiyorum sizlerle. Dinç ile sektör çalışanlarının sıkıntılarını, taleplerini ve çözüm önerileri üstüne söyleştik.

Böyle bir oluşuma gitmeye nasıl karar verdiniz, derneğin ve sitenin oluşma sürecini anlatır mısınız?

İş Kanunu tüm çalışma alanını 28 iş koluna ayırmış durumda. Bu iş kolları arasında çağrı merkezi yok. Çağrı merkezi işletmelerinin büyük çoğunluğu telekomünikasyon, bankacılık ve hizmet iş kolunda tanımlanmış alanlarda faaliyette. Bu işkollarındaki işçi örgütlenmelerinin gücü ve etkisi ise zayıf. Güçlü olan işçi örgütleri de çağrı merkezi çalışanlarının sorunlarına ilgisiz. Bu tablodan olumsuz etkilenenler ise çağrı merkezleri çalışanları. Çağrı merkezinde bir süre çalışmış ve ayrılmış arkadaşlar olarak, çalışanların örgütlenmesi gerektiğini tespitle harekete geçtik. İki sene önce web sitemiz ile sesimizi duyurmaya başladık. Sitemiz yayına başladığında çalışanların buluştuğu sanal bir platform yoktu. İki sene boyunca çağrı merkezi işçileri tek bir kanaldan da olsa seslerini aracılığımızla duyurdu ve bir etki alanı oluşturduk. Bu birikim daha kapsamlı bir örgütlenme için cesaret verdi ve dernekleştik.

Çağrı merkezlerinde nasıl bir çalışan profili var, çağrı merkezi çalışanlarını da artık işçi sınıfı içinde tanımlamak sizce doğru olur mu?

Yürürlükte olan 4857 nolu İş Kanununun 2. Maddesi “Bir iş sözleşmesine dayanarak çalışan gerçek kişiye işçi, işçi çalıştıran gerçek veya tüzel kişiye yahut tüzel kişiliği olmayan kurum ve kuruluşlara işveren, işçi ile işveren arasında kurulan ilişkiye iş ilişkisi denir.” diyor. Bu tanım iş kanununda yazıyor. “Çağrı merkezlerinde bir hayalet dolaşıyor” derken atıf yaptığımız Komünist Manifestonun son paragrafındaki işçi tanımı. Orada Marx işçiyi, ‘zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmayanlar’ olarak tanımlamıştı. Biz de şöyle bir tanım yapalım. “İşçi: üretim aygıtlarının mülkiyetinden yoksun bırakılan, hayatını kazanmak için emek gücünü satan insandır.”. Çağrı merkezi çalışanları kuşkuya yer bırakmayacak şekilde işçidirler. Çağrı merkezi çalışanları hem üretim aygıtlarından yoksun ve hayatlarını kazanmak için emek gücünü satan insanlardır, hem bir sözleşmeye dayanarak çalışan gerçek kişilerdir. Hem de zincirlerinden başka kaybedecek hiçbir şeyi olmayanlardır. Çağrı merkezi çalışanları üretim aygıtlarına sahip değil ve ücretli çalışıyorlar. Kötü koşullarda çalışan işçiler olduğunu da biliyoruz.

Bu merkezlerde çalışanlar ne gibi sıkıntılar yaşıyorlar? İçeriden bakınca bu merkezler nasıl yerler?

Bilgi güvenliğinin riske atılmaması, bankacılık işlemi yapmak için alınan özel izinlerin taşeronlaşmaya uyarlanmasında ortaya çıkan problemler, maliyet gibi kriterleri değerlendiren banka yöneticileri, hizmet sektöründeki genel eğilimin aksine çağrı merkezlerini taşeronlaştırmadı. Banka çağrı merkezleri büyük ölçüde bankaların bünyesinde kaldı. Bankaların, çağrı merkezlerini taşerona vermemesi, çağrı alan arkadaşlarımızın banka çalışanlarının kazanılmış haklarından yararlanmasını sağladı. Dolayısıyla taşeronlarda zaman zaman yaşadığımız ücretin ödenmemesi, SSK primlerinin eksik yatırılması gibi sorunlar bankalarda karşımıza çıkmıyor. Bankalarda çalışan arkadaşlarımızın başlıca problemlerini, ağır çalışma koşulları ve örgütlenme özgürlüğünün önündeki engeller oluşturuyor.

Çağrı merkezinde birçok genç de kariyer yapma hevesiyle iş başlıyor? Bu konu hakkındaki yorumlarınız neler?

Kariyer denilen şey işçinin hep işçi kalacağının bilinciyle işini daha iyi koşullarda daha yüksek ücrete satmak için yaptığı stratejik planlama olarak ele alırsak bu karşı çıkılacak veya yok sayılacak bir şey değil. Burada kariyer yalanları diyerek karşı çıktığımız şey, gerçekçi olmayan bir kariyer vaadiyle teslimiyetçi, hakkını bilmeyen ve kullanmayan bir çalışma kültürünün yaratılması. Çağrı merkezi çalışanlarının büyük bir çoğunluğu hayatı boyunca işçi kalacak. Yani geçici bir süre çalışacağı bir çağrı merkezinde ertelediklerini yarın diğer işinde de erteleyecek. Sokaklar, hayatı boyunca onlarca farklı geçici işte çalışan dolayısıyla geçici işin kendisinin kalıcı hale geldiği insanlarla dolu. Sorun iş arama aşamasında başlıyor. İş görüşmesi olumsuz sonuçlanınca, birçok şirket telefon bile açmıyor. İşçi, daha iş ararken dezavantajlı duruma düşüyor. İkinci darbeyi de işe girme koşulu olarak dayatılan ve bir örneği bile verilmeyen anlaşmalarla alıyor. İki sıfır yenik olarak başlanan bir maçta uzun vadeli hedefleri gerçekleştirmek zor.

Anadolu'nun çeşitli yerlerinde de çağrı merkezleri yatırımları var, siz bu konuya nasıl bakıyorsunuz?

Erzurum’a, Diyarbakır’a lokasyon açılırken, yoksulları doyuruyoruza denk düşen bir dilin kullanılması, çalışanlar için rencide edici. Çağrı merkezlerinin büyük bir istihdam yarattığı ve bölgeyi kalkındırdığı söyleniyor, çalışan işçilerin tamamı istihdam edilmiş olarak gösteriliyor. Peki bu işçilerin kaçı tam zamanlı çalışıyor, kaçı gerçek anlamda istihdam oluyor. Bu noktada ciddi bir dezenformasyon var. Kritik bir ikilem; Anadolu’da açılan çağrı merkezleri, yoksul bölgelerde yaşayan insanlara bir parça nefes mi aldıracak, yoksa bizzat yoksulluktan beslendiği için sorunu mu yapısallaştıracak?

Sizin bu sektördeki sıkıntılar için çözüm önerileriniz nelerdir?

Çözüm önerimiz, taşeronda çalışan işçiye karşı bütün sorumluluğun üst-işverende olması. Yani bir çağrı merkezi çalışanı çağrıyı hangi şirket adına karşılıyorsa bütün sorumluluk o şirkette olmalı. Çalışma koşullarına yönelik insani düzenlemeler yapılmalı. Bankacılık, telekomünikasyon ve hizmet iş kolunda örgütlenme yetkisi olan sendikaların, derneğimizin, TTB’nin ve çağrı merkezi şirketlerinin oluşturduğu bir komisyon kuralım. Bu komisyon çağrı merkezlerindeki çalışma koşullarının alt eşiğini belirlesin. Biz komisyon olarak piyasada faaliyet gösteren çağrı merkezlerinin üzerinde onaştığımız bu alt eşiğe uyup uyumadığını denetleyelim. Cep harçlığı değil insanca yaşayacak bir ücret istiyoruz.

25 Kasım 2008

ERKEK VE DEVLET ŞİDDETİ, ATAERKİL DÜZEN TÜM UZANTILARIYLA SORGULANMADAN BİTMEZ


1960 yılında Dominik Cumhuriyeti'nde Trujillo diktatörlüğüne karşı mücadele eden muhaliflerden Minerva, Maria Teresa ve Patria Mirabel isimli kız kardeşler, 25 Kasım günü cezaevindeki eşlerini ziyaret dönüşü, ülkenin gizli polisi tarafından öldürülürler. O katliam, kadın hareketi üzerinde acı bir iz bırakır. 1981 yılında Kolombiya’nın başkenti Bogato’da toplanan "Birinci Latin Amerika ve Karayipler Kadın Kongresi", 25 Kasım’ı “Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü” olarak ilan eder. O tarihten bu yana, 25 Kasım dünyanın her yerinde kadın örgütlerince uluslararası bir gün olarak anılıyor.

O günden bu yana çok şey değişmedi, hatta bu konuda daha da geriye gidildi demek bile mümkün. Dünyada kadınların şiddete uğrama oranı yüzde 17-75 arasında değişiyor. Türkiye’de her üç kadından biri fiziksel şiddet görüyor. Aile içi şiddete maruz kalan kadınlarda ölüm oranı yüzde 65’i geçiyor. Dayaktan töre cinayetlerine, küçük yaşta evlilikten beşik kertmesine hatta intihara varan olaylar yaşanıyor.

ABD’de her yıl yaklaşık dört milyon kadın eşlerinin tacizine uğruyor. Bu taciz olaylarının 4 bini kadının ölümüyle sonuçlanıyor, yine ABD’de yapılan ulusal çalışmalarda her yıl bir milyonun üzerinde kadının ve eş ya da partnerlerinin tecavüzüne maruz kaldıkları belirtiliyor.

Ataerkil düzen yıkılmadan, erkek egemen sistem tüm yönleriyle ve tüm uzantılarıyla sorgulanmadan kadına yönelik şiddetin son bulması imkansız.
Fotoğraf: Mirabal Sisters

21 Kasım 2008

TARAF GAZETESİ YAŞAMALI, YAŞATMALIYIZ


Onlar gazetecilik yapmak istiyorlar sadece. Ve onlar sadece gazetecilik yapıyor. Gerçeğin gücü karşısında otoriteye aldırmıyorlar. Sorumluluk düzeyi yüksek, vicdanın sesi olan bir gazetecilik yapma amaçları. Ahmet Altan, Yasemin Çongar, Neşe Düzel, Murat Belge ve diğer basın emekçileri.

Belki istenilen düzeyde değil hala Taraf, maddi sıkıntılardan doğan birçok yetersizlik var. Belki Taraf’ın özellikle bazı yazarlarının bazı yazıları hiç de şık değildi, ve bu yazılardan dolayı Türkiye’de basındaki diğer bir önemli, değerli yayın Birgün Gazetesi ile kapışmalar yaşandı bir dönem. Halbuki şu dönem bu iki gazetenin en çok birbirine destek olması gerektiği, güçbirliği yapması gerektiği dönem kanımca. Utanç verici derecede şovenist yayın politikalarına sahip yayınların hakim olduğu basın dünyasında bu iki yayın umudumuz, sesimiz, bilincimiz, vicdanımız, direncimiz oldular ve hep olmalılar.

Her şeye, okurların her türlü desteğine rağmen Taraf'ın yolculuğu bir gün bitebilir. Biterse ben bunu bir yenilgi olarak adlandırmam, aynı Nokta Dergisi’nin kapanmasını bir yenilgi olarak görmediğim gibi. Nokta Dergisi’nin Türkiye basınına sağladığı kazanımlar ortada, Taraf’ın da aynı şekilde. Eminim Taraf ekibi de bunu bir yenilgi olarak görmez.

Türkiye basınının cesur yürekleri, kısa sure içinde yapılması gerekeni yaptılar, atılamaz denen başlıkları attılar, yazılamaz denilen konuları yazdılar. Bunlar yüzünden ilanların bıçak gibi kesilmesinden hiç korkmadılar, bunu bile bile yazdılar. Taraf Gazetesi’nin yayın yaşamına devam etmesi hem Türkiye basını hem de Türkiye demokrasisi için çok önemli.

Taraf Gazetesi’ne okurları sahip çıkıyor. Okurlar gazetelerine ilan vererek destek çıkıyor. Bu konuda geniş bilgiyi okurların Facebook’ta açtığı gruptan (Türkiye’nin Taraf’a İhtiyacı Var) da alabilirsiniz.

20 Kasım 2008

KORKUYORLAR, KAYGI İÇİNDELER VE DE ÖFKELİLER



Bugün, “20 Kasım, Saldırıya Maruz Kalan, Aşağılanan, Ayrımcılığa Uğrayan, Öldürülen Transseksüelleri Anma, Dayanışma ve Örgütlenme Günü" (Transgender Remembrance Day). Neden 20 Kasım? Çünkü bir Kasım ayında öldürülen Rita Hester'ın anısına 1998'de ABD’de gerçekleştirilen "Ölülerimizi Hatırlıyoruz" isimli internet projesiyle başlamış bu gün. 1999’da San Francisco’da bir anma törenine dönüşmüş ve bugün dünyanın bir çok yerinde gerçekleştiriliyor. Pek çok transseksüel cinayeti gibi Hester’inki de hâlâ çözülememiş.

Türkiye’de lezbiyen, gey, biseksüel, travesti ve transeksüel bireylere yönelik şiddet gün geçtikçe katlanarak artıyor. Sırf cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği nedeniyle insanlar nedensizce öldürülüyor. Eşcinsel, travesti ve transeksüellere yönelik işlenen suçlarda ağır tahrik indirimi ile insanlar suça teşvik ediliyor adeta. Nefret suçları birçok ülkede ağırlaştırıcı neden olarak kabul edilirken, ülkemizde bu konuda hiçbir düzenleme olmadığından toplumsal veya bireysel nefret duygusu ile işlenen suçlar adeta cezasız kalıyor.

Türkiye’de eşcinseller sırf cinsel yönelim ve cinsiyet kimliklerinden dolayı işe alınmıyor, çalıştığı işlerden atılıyor, mesleklerinden men ediliyor, eğitim hakkımız engelleniyor, yaşam hakları gasp ediliyor. Şiddete maruz kalıyorlar, öldürülüyorlar. Temel insan haklarından mahrum bırakılıyorlar. İfade ve örgütlenme hürriyetleri hep “genel ahlak(!)” duvarına çarpıyor. Aileleri ve toplum tarafından yok sayılan, öldürülen, sahip çıkılmayan bu insanlarımız adeta seks işçiliğine zorlanıyor. Sonra da 'travestiler, transeksüeller çıldırdı' deniyor basında çıkan haberlerde. Nasıl çıldırmasınlar ki?

Diğer yandan sokaklarda ve toplum içinde eşçinseller özellikle lezbiyenler direkt ve açıkça taciz edilebiliyor. Sürekli bir psikolojik baskı altındalar. Rahatça eğlenemiyorlar bile.

Son dönemde eşçinsellerin gündeminde Seks İşçileri Sendikası kurmak da var. Ama bu özellikle feministlerden yoğun tepki görüyor. Feministler tepki ve fikirlerinde esasında son derece haklılar. Ama işin bir de gerçeklik boyutunda sokakta çalışan, çalışmayan tüm seks işçilerinin emek katında sosyal güvenceleri, kişisel güvenlikleri, sağlıklı çalışma koşulları sağlanmalı. En azından bu işçiliği gelecekte ortadan kaldırma ve erkek egemen düzeni yıkma yolunda ilk aşamada bu kazanımlar elde edilmeli diye düşünüyorum ben.

Eşcinseller üzüntü ve öfke içindeler. Daha da kötüsü büyük kaygı ve korku içindeler. 10 Kasım akşamı kafasına pompalı tüfek ile ateş edilerek saldırıya uğrayan transeksüel Dilek İnce dün 11 Kasım’da vefat etti, en son olarak. Bu insanların can güvenliğini ve yaşam hakkını kim koruyacak? Onlar değişmeyecek, değişmemeli, onları olduğu gibi kabul etmeli ve alışmalısınız. Varsa da homofobik ve transfobik nefretlerinizi artık kendi içinizde yaşayın. Birarada yaşamayı öğrenin.

Fotoğraf: Bianet'ten...

14 Kasım 2008

İTTİHAT VE TERAKKİ KAFASI HER KESİME ÖYLESİNE SIZMIŞ Kİ



Bugüne dek varlığı ile yokluğu fark edilmiyordu Vecdi Gönül’ün. Herkes gündeme damgasını vuran son açıklamalarıyla hatırladı bir Savunma Bakanı olduğunu Türkiye’nin. Vecdi Gönül Brüksel'de neler dedi önce bir hatırlayalım: "Bugün eğer Ege’de Rumlar devam etseydi ve Türkiye’nin pek çok yerinde Ermeniler devam etseydi, bugün acaba aynı milli devlet olabilir miydi? Bu mübadelenin ne kadar önemli olduğunu size hangi kelimelerle anlatsam bilmiyorum, ama eski dengelere bakarsanız, bunun önemi çok açık ortaya çıkacaktır. Bugün dahi Güneydoğu’da verilen mücadelede bu ’nation building’de kendilerini mağdur sayanların katkısını, özellikle tehcir sebebiyle mağdur sayanların katkısını reddedemeyiz. O halde (Türkiye’nin) gerçekten çağdaş, medeni ve aydınlanmış insanların ülkesi olabilmesinde Cumhuriyet’in başlangıcındaki prensipler çok önemliydi."

Vecdi Gönül’e esasında teşekkür etmemiz gerekiyor, bu ülkedeki tüm demokrasi isteyen insanların, halkların kardeşliği için mücadele eden, bunu düşleyen tüm insanların mücadelesine önemli bir katkı sağladı hiç istemeden. Brüksel'de sarf ettiği bu sözlerle, Türkiye'nin çok önemli bir meselesinin tartışılmasına, çok önemli bir gerçeğinin ve bu ülkenin üstüne sinmiş zihni yapısının tüm açıklığıyla yansıtılmasına imkan verdi Gönül. Türkiye Cumhuriyeti’nin “Nasıl Milli Devlet Olunur?” sorusuna nasıl bir karşılığı olduğunu hiçbir açıklama bundan güzel anlatamazdı. Gönül, belki de hiç farkında olmadan halkların kardeşliği için mücadele edenlerin eline büyük bir koz verdi, yurtiçi ve yurtdışında. Bu açıklamalardan sonra moda deyimle “artık hiçbirşey eskisi gibi olmaz, olamaz”.

Bir yandan da çok talihsiz açıklamalar oldu tabii ki bunlar. Hele de yaşadığımız “Ya sev ya terk et” günlerinde. Bir bakan, bir savunma bakanı çıkıp milli kimlik oluşturma uğruna kan dökülmesini, insanların öldürülüp, yaşadığı yerlerden kovulmasını, bir insanlık suçu olan etnik temizliği savundu. Sadece hükümetinin değil devletinin de onyıllarca devlet politikası olarak savunduğunu ama hep inkar ettiğini, kelimelere döktü.

Anadolu’da 1915'te Ermenilere yönelik İttihat ve Terakki tarafından etnik temizlik yapıldı. 1923'te Rumlar kitlesel olarak yaşadıkları yerlerden uzaklaştırıldı. 6-7 Eylül 1955'te geride kalan az sayıdaki Rum, Ermeni ve Yahudi'ye karşı Türkler kışkırtıldı, utanç verici olaylar yaşandı. Bu kanlı olaylar bir zorunluluk olarak sunuldu, tehcir, mübadele, zorunlu iskan ve etnik temizlik savunuldu. 2008 yılında hem de. Bu ülkenin tarihi ne yazık ki inkarlar ve bu inkarların toplumsallaştırılması, sokaktaki vatandaşa kadar içselleştirilmesi üzerine kuruldu. Yaşanan kötü olayları inkar etmek ülkede adeta her vatandaşın görevi kabul edilir. Bu görevi sorgulayanlar hemen damgalanır, vatan haini oluverir bir anda vatanını belki herkesten de çok sevenler. Tarihi gerçekler saptırılırken, her zaman bir şekilde ezenler ustaca ezilenler haline getirilmeye çalışılır ve toplum nezdinde başarı kazanır bu. Sorgulamayan, her söyleneni kabul eden toplumumuz nezdinde. Bu ülkede Kürtlerin varlığının 1990’lı yıllara kadar devlet katında inkar edildiğini unutmayalım.

Halbuki birazcık dürüst olsak, birazcık sorgulasak hem uluslararası saygınlığımız daha da artacak, hem de yıllardır üstümüze kabus gibi çöken birçok sorun çözüm yoluna girecek. Ama bu ülkede Mustafa Kemal’in insani yönleri anlatan bir film yapan Can Dündar (ki kendisi önde gelen bir Kemalisttir) bile Ermeni (sahi bu bir küfür kimilerine göre değil mi), Sorosçu , vatan haini olarak görülüyor kimilerince.

Bu ülkede dincisinden Kemalistine, solcusundan (?) milliyetçisine İttihat Terakki kafası, o zihniyet böylesine sızmışken mevcut yapının değişmesi çok zor gözüküyor ne yazık ki.

11 Kasım 2008

AFRİKA ANA'YI KAYBETTİK: IN THE MEMORY OF MİRİAM MAKEBA



Şarkılarla, müzikle ve faşizm karşıtı mücadeleyle geçen onurlu bir yaşam 10 Kasım'da sona erdi. Afrika'nın Anası lakaplı Miriam Makeba hayatını kaybetti.

Afrika Ana 1932 yılında Johannesburg’da doğmuştu. Afrika geleneksel ezgilerini ve cazı yoğurarak yarattığı müziğini sadece müzik olarak değil, her türlü ayrımcılığın ve hiçe saymanın karşısında en büyük silah olarak gördü hep ve kullandı. Gençliğinde, düğünlerde ve törenlerde şarkı söylemesi için sürekli davet alan Makeba’nın ünü kısa sürede yayılmıştı. 1956 yılında en ünlü şarkısı “Pata Pata”yı yazan ve yayınlayan ünlü şarkıcı, 1966 yılında “An Evening with Harry Belafonte and Miriam Makeba” albümü ile Grammy ödülü alan ilk Afrikalı sanatçı olmuşru.

Apartheid rejimine karşı bir belgeselde rol aldıktan sonra devrimci ve tehlikeli görüldüğü için ülkesindeki faşist iktidar tarafından istenmeyen Afrika Ana, 1960 yılında annesinin cenazesi için ülkeye dönmek istediğinde pasaportunun iptal edildiğini öğrenmişti. 1963 yılında Apartheid rejimine karşı girişimlerde bulunduğunda vatandaşlıktan çıkarılıyordu Makabe. 9 ülkenin pasaportu verilen, 10 ülkenin fahri vatandaşı olan Afrika Ana, ülkesine 30 yıl sonra döndü ancak. “Pata Pata” şarkısı, yazıldıktan yıllar sonra 1967’de ABD’de yeniden seslendirildi ve dünyada büyük ilgi gördü. Amerikan halkının, Afrika Ana’ya gösterdiği ilgi, sanatçının 1968 yılında radikal siyahi eylemci Stokely Carmichael ile evlenmesi üzerine tersine döndü bir anda. Afrika Ana’nın ülkedeki konserleri ve albüm anlaşmaları kısa sürede iptal edildi.

Afrika’ya dönen ve Gine’de yaşamaya başlayan Afrika Ana, müzik çalışmalarını , konser turlarını ve faşizm ile mücadelesini hiç ara vermeden sürdürdü. Bir çok ödüle layık görüldü. Gine hükümeti, sanatçıdan BM genel kurulu’na temsilci olarak katılmasını istedi. Genel kurula iki kez seslenen Afrika Ana, apartheid rejimine karşı görüşlerini dile getirdi. Afrika Ana’nın barış için atan kalbi mafya tarafından tehdit edilen bir gazeteci için verdiği konserin ardından gelen kalp krizi ile 10 Kasım 2008'de ne yazık ki durdu.






7 Kasım 2008

“ONE MAN REVOLUTİON” DEVAM EDİYOR




Beklenen oldu. ABD’de seçimleri Demokrat aday Obama kazandı. Bush’un dünyayı mahveden politikalarından bezmiş dünya ahalisi doğal olarak heyecanla karşıladı Obama’nın başkanlığını. Yapacakları, değişim sözüne ne kadar sadık kalacağı ve değişim lafının içini ne kadar dolduracağı şimdiden bilinmez Obama’nın. Ama yine de tarihte bazı dönemlerde bazı gelişmeler semboldür, ABD’de ilk kez siyahi bir başkanın seçilmesi de kanımca önemli bir tarihsel dönemeçtir.

ABD kültürü genelde fast-food ile, Hollywood filmleriyle, Britney Spears gibi pop ikonlarıyla özdeşleştirilir. Oysa Amerikan kültürü sanattan siyasete, edebiyattan müziğe hiç de küçümsenmeyecek bir birikime sahiptir. Bu kültür birikimi içinde özellikle müzikte protest gelenek de çok önemlidir. Woody Guthrie’lerden Pete Seeger’lara, Bob Dylan’lardan Grateful Dead’lere, Bruce Springsteen’lerden burda adını saysak satırlarca sürecek blues, caz, rock dünyasından birçok isme kadar. Bu gün de belki 60 ve 70’lerdeki kadar güçlü olmasa müzikte ABD’de bu protest tavır sürdürülüyor. Bunlardan biri Tom Morello. Diğeri de eskilerden büyük bir isim, Joan Baez. Obama’nın başkan seçildiği şu dönemde bu iki isim yeni albümlerini yayınladılar. Bu günkü yazımda öncelikle Tom Morello’nun albümüne değineceğim. Bir sonrakinde ise protest müziğin divası Baez’e.

Morello, 90'lara ve 2000’li yılların başına da damgasını vurmuş Rage Against The Machine’nin gitaristi. Ve de o grup dağıldıktan sonra da Audioslave’in. Rage Against The Machine, apolitikliğin yoğun olduğu ve sağın güçlü olduğu rock dünyasında SOL’un sesi olageldi hep. Grup bir çok sosyal ve siyasal sorunla ilgilendi hep. Şarkı sözlerinde, konserlerindeki söylemlerinde ve katıldıkları siyasi toplantılarda bu özelliklerini bolca ortaya koydular. Şarkılarında özellikle ABD'deki kapitalist sistem acımasızca eleştiriliyor. Cumhuriyetçiler ve Bush kıyasıya hırpalandı. Ama öfkeli sözlerden zaman zaman Demokratlar da nasibini almadı değil tabii. Grubun adı da kapitalizme karşı olan öfkelerini simgeler zaten. Bombtrack adlı şarkıda Peru'da Peru Komünist Partisi'nin verdiği mücadele anlatılır. Solist de la Rocha özellikle EZLN örgütünün aktif destekçisi oldu hep. Rage Against the Machine ABD'de cinayetten suçlanarak ölüm cezasına çarptırılan Mumia Abu-Jamal'in idamına da karşı çıkarak çokça gündeme geldi ABD’de.

Asıl ismi Thomas Baptist Morello olan Tom Morello, Audioslave macerasının da sona ermesiyle 2007'de "One Man Revolution" isimli bir solo albüm çıkarmıştı. Bu labümün devamı Ekim ayı içinde geldi. Yeni albümün ismi “Fabled City”. Morello, adeta yeni neslin Pete Seeger’ı gibi. Akustik gitarla söylenen şarkılar ağırlıkta olsa da ikinci albümün birinciye oranla daha zengin olduğunu düşünüyorum, sadece akustik gitarla çalınan şarkıların yer almaması, farklı enstrümanların da destek çıktığı şarkıların yer alması olumlu olmuş çok. Çeşitli enstrümanlar girmiş Morello’nun müziğine.
“Saint İsabelle”, yine politik çıkışlarıyla bildiğimiz System of A Down’dan Serj Tankian ile söylediği “Lazarus on Down”, “Lights are on in Spidertown” öne çıkan şarkılar olmuş albümde.

Yani kısacası “One Man Revolution” devam ediyor. Bu arada RATM de tekrar birleşmişti. Onlardan da en kısa zamanda devrim ateşiyle yanan parçalarını bizlere göndermelerini bekliyoruz.

3 Kasım 2008

HERKES ARTIK KENDİNE GELMELİ, KÜRT SORUNUNDA BAŞKA BİR ÇÖZÜM MÜMKÜN



Yerel seçimler yaklaşıyor. Yaklaştıkça gözlere perde indiren bir siyasi hırs ve iktidar oyunları da azdıkça azıyor. AKP zaten uzun bir dönemdir her türlü politikasını tabanına ve milliyetçi kesime mesaj vermeye programlı olarak yürütüyor. Popülistlikleri aldı başını gidiyor. AKP'nin bu tehlikeli oyuna ne yazık ki son dönemde DTP de katılmış görünüyor, son derece sorumsuzca birsiyaset anlayışı Türkiye politika sahnesine hakim olmuş durumda.

DTP, Kürt sorununun şiddet dışı yollarla çözülmesi için çok büyük bir şans.Ama bu parti son günlerde bu rolü benimsetici davranışlar yerine tam tersi tavırlar sergiliyor. Toplumsal tansiyon birçok yerde olağan ölçülerin dışına çıktı. Bir arada yaşama zemini adım adım yok oluyor.Tabii DTP'ye de hak vermek gerekiyor, bunu açıkça belirtmek gerekiyor,sürekli siyaset dışına itilmeye çalışılan bu partinin ılımlı kanadı bile bir yerden sonra isyan noktasına geliyor.

Tam da bu günlerde, Başbakan Erdoğan AKP ilçe kongrelerini dolaşıyo.r Veriyor veriştiriyor DTP'ye. Sahte demokratlığını her geçen gün daha da ortaya çıkarıyor. "Ya sev ya terk et" anlamına gelen sert konuşmalarla ne yapmak istediği anlaşılmıyor. Evet belki bu dayılanmalar ona binlerce fazla oy getirebilir, ama toplumun birarada yaşama zemininne harap gücü yüksek dinamitler yerleştirdiğinin farkında mı acaba. Bölgedeki birkaç ilin belediye başkanlığını partisine kazandırmak uğruna, ülkeyi büyük bir gerilime sokuyor.

Her geçen gün Kürt sorunu ancak şiddet dışı ve demokratik yollarla çözülebileceği daha iyi anlaşılıyor, tabii anlamak isteyene bu, anlamak işine geleni. Ama birçok kesime Türkiye'de şiddetin bitmes işlerine gelmiyor. Askeri tedbirler, "girelim yakalım yıkalım" anlayışı artık iflas etti.

Sinirli başbakanımız biraz sakin olmalı, gerilimi yükselten dilini ve tavırlarını artık sona erdirmeli. Diyaloğu esas alan bir yaklaşım benimsenmeli. DTP kapatılmamalı ve yok sayılmamalı, çözüm için halen önemli bir imkanlar.

Esasında yapılması gerekenler demokratik bir ülkede yapılması zaruri şeyler ve bir an önce daha fazla can kaybetmeden bu topraklar hayata geçirilmeli, iki taraftaki tüm milliyetçi anlayışlardan sıyrılarak

- Bir anayasal vatandaşlık tanımı oluşturulmalı

- Kürt kültürel kimliğinin ifade edilmesinin önündeki tüm yasal engellerin kaldırılmalı, isteyenlere Kürtçe dahil ana dillerinde öğrenim görme imkanları tanınmalı

- Bölgesel ekonomik ve sosyal dengesizlikler, yoksulluk ve işsizliği giderici önlemler alınmalı

- Yerel yönetimlerin güçlendirilmeli.

Ve şu anlaşılmalı, sorun ekonomik bir sorun değildir sadece veya sadece bir terör sorunu değildir. Sorunun ismini doğru koymak gerekiyor.Sorun Kürt sorunudur. Ve bu sorun içinde demokratik, ekonomik, sosyal, kültürel birçok öğeyi barındırmaktadır.

Barış, dostluk ve kardeşlik iklimine her zamankinden çok ihtiyacımız var.

Fotoğraf: Halkevleri'nin 2007'deki bir eyleminden




30 Ekim 2008

ABD'NİN ÜÇÜNCÜ SEÇENEĞİ: RALPH NADER






















ABD’de 4 Kasim’daki baskanlik seçimleri yaklasiyor. Obama ipi gögüslemeye ve Amerika'nin ilk siyah baskani olmaya çok yakin artik. ABD'deki seçim sistemi Avrupa ve Türkiye'deki sisteme göre disardan bakildigindan çok farkli görünüyor. Iki partinin domine ettigi bir seçim sisteminden sözediyoruz. Ya Demokratlar ya Cumhuriyetçiler. Ya Barack Obama ya da John McCain.

Oysa, seçimlere adayligini koymus 8 aday daha var bu seçimde. Devletlestirmeyi kati biçimde savunan, kürtaji savunan, ABD Küba'ya ambargosunu kaldirsin, nükleer enerji karsiti sosyalistlerden ve yesillerden tutun, kürtaj karsiti silah edinmenin anayasal hak oldugunu savunan asiri muhafazakar isimlere kadar 8 aday daha baskanliga adayligini koymus durumda. Yesiller Partisi, liberal solda olan Özgürlükçü parti, Sosyalist Parti, Sosyalist Isçi Partisi, Sosyalizm ve Özgürlük Partisi bir yanda, muhafazakar sag görüslü Anayasa Partisi ve Amerika'nin Bagimsiz Partisi diger yanda.

Seçimlere katilan bir diger isim ise Ralph Nader. Esasinda ilk duyusumuz degil onun ismini. ABD siyaseti içinde hep ismi geçmis, bir alternatif olagelmis bir isim Nader. Lübnanli göçmen bir ailenin çocugu olan. 34 dogumlu. 1965’lerden bu yana Çevre Koruma Idaresi, Çalisma Güvenligi ve Sagligi Idaresi, Tüketici Ürünleri Güvenlik Komisyonu gibi devlet kurumlarinin olusumuna ve Bilgi Edinme Özgürlügü Yasasi’nin çikarilmasinda etkin rol oynadi ve genis halk kitlelerince tanindi.Nader, 1996’da Yesil Parti’den baskan adayi olmus, o güne göre radikal düsünceleriyle gündem yaratmisti ABD'de.

2000 seçimlerinde yine adaydi ve yüzde 3 oy almisti. Bu yüzden birçok demokrat tarafindan düsman ilan edildi. Al Gore’un seçimi kilpayi kaybetmesinden sorumlu tutuldu. 2004’te bagimsiz baskan adayi olan Nader, bu yil 45 eyalette bagimsiz , bazi eyaletlerde Baris ve Özgürlük Partisi, bazi eyaletlerde ise Yeni Bagimsiz Parti’den baskan adayi.

Nader’in görüsleri sosyalist görüslere çok yakın demek mümkün. Egitim ve saglik hizmetlerinin devletlestirilmesi, Irak'tan topyekün çekilinmesi, nükleer enerjiden vazgeçilmesi, bireysel silahsizlanma, tüketici haklari. Birçok konuda Nader'in savunduklari sol politikalarla örtüsüyor.
Nader'in yine yüzde 2-3 oraninda oy alabilecegi öngörülüyor bu seçimlerde. Ama bu kez Demokratlardan tepki görmeyecek gibi, çünkü Obama'nin seçime günler kala ABD'nin yeni baskani olacagi artik kesin gibi gözüküyor.
Umariz ABD ve dünya siyaseti için yeni bir umut olan Obama, zamanla McCain'lere degil de Nader'lere yaklasir fikirsel ve eylemsel açidan.

28 Ekim 2008

Aç kapa, aç kapa, Artema: İşte Türkiye demokrasisi


Türkiye’de internet konusunda son üç gün içinde yine çok farklı bir deneyim yaşandı. “Burası Türkiye” dedirtecek türden bir gelişme daha bu ülke tarihinin sayfalarına yazılıverdi. 24 Ekim Cuma gecesi Diyarbakır 1. Sulh Ceza Mahkemesi tarafından kapatılan Blogger.com 28 Ekim günü öğlen saatlerinde tekrar erişime açıldı. Onbinlerce blog yazarı bu yasaktan üç gün boyunca nasibini aldı.

Duyduğum bilgilere göre, mahkeme ortada yeterli delil bulunmadığı için blogger.com’a erişimi engellemeyi durdurmuş. Ee o zaman deliller yetersizse neden en başta erişimi engelleme kararı alındı, anlamak mümkün değil? Ama gerçekten Türkiye için bu utanç verici olayda Türkiye’ye özgü anlayışlar, yaklaşımlar, düşünüş şekilleri tekrar ve tekrar ortaya çıktı, kendini üretti.

Bunlardan birincisi pire için yorgan yakma anlayışı. İnternet yasaklarıyla adeta pire için yorgan yakılıyor ve büyük bir adaletsizlik yaratılıyor sürekli. Nokta atışlarla çözüme gitmektense herşey tümden kapatılıyor ve bazılarına göre sorun çözülüvermiş oluyor.

Ve özel koşullarımız olduğu, biz dünyaya değil dünya bize uysun kafasının bir yansımasını da bu olayda gördük. Türkiye adeta dünya internetine kendi kurallarını empoze etmeye çalışıyor ve bunu sadece yasaklarla yapıyor ne yazık ki. Yasaklar, suçluyu değil, sıradan vatandaşı ve internet üzerinden iş yapan, gelirini kazanan, farklı konularda görüşlerini paylaşan insanları etkiliyor. TC mahkemeleri ve diğer ilgililer kolaycı bir yaklaşımla her şeyi yasaklayarak, haksızlığa sebep olarak suç işliyorlar. Yasaklar, Türkiye’nin demokrasi ve bilgi toplumu projeleriyle uyuşmuyor (Tabii gerçekten böyle projeler var mı, bunlar da tartışma konusu)
Türkiye bir an önce internetteki zararlı içerik ve bilişim suçları ile artık demokrasiyi ve insanların düşünce ve görüşünü yayma özgürlüğünü kısmadan mücadele etme yoluna gitmeli, bunun için yol haritasını bir an önce çizilmeli.

Ama tabii ki önce kafalar değişmeler, zihniyetler değişmeli. Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım, Türkiye’de bilgi iletişim alanında ihtisaslaşmış mahkemelerin bulunmadığını belirtiyor, "Zamanla bu konuda da ihtisaslaşma olacak, internet sitelerinin tamamen kapatılması uygulamaları sona erecek" diyor. E peki şimdiye kadar nerdeydiniz? Sayın Bakan bir de "Bu ülkenin kanunlarına tabi olduklarını bilmeleri lazım" buyurmuş Youtube, Facebook gibi kurumlara ithafen. Sanki dünyanın en modern, en çağdaş, en özgürlükçü ülkesi, yasaları, anayasası bizde de? Bir de ülkeyi yönetenlerin yayınlanan bir karikatürde kedi şeklinde çizilmeye bile verdiği tepkileri hatırlıyor insan ister istemez.

Türkiye’yi yöneten kadroların sadece bilişim konusunda değil hiçbir konuda demokratikleşme projelerini yönetme ve onları başarıya taşıma potansiyelleri yoktur. Bunun da ötesinde Türkiye’de rejimin, devletin, kadrolarının da buna önayak olacağını düşünmek, bu ortamı hükümete sağlayacaklarını düşünmek de aşırı ama aşırı bir iyimserlik olacaktır.

16 Ekim 2008

ZENGİN EĞLENCESİ DOĞA DÜŞMANI BIR SPOR (?) DALI: GOLF


Son 3 yılda iki kez basın toplantıları için Belek'e gittim. Birincisi 3 yıl önceydi, yeşil alanlarda hummalı bir çalışma yürütülüyordu, ağaçlar bir bir kesiliyordu, yapay göller oluşturuluyordu. Golf sahalari için yerler açılıyordu yani. Belek'i golf turizminin merkezi yapma çalışmaları aralıksız devam ediyordu. Bu yılın başlarında tekrar gittiğimde Belek'e, gördügüm manzara dehşete düşürmüştü beni. 2,5 yıl önce halen ormanlık olan alanlar artık birer golf sahaları olmustu. Zengin oldukları her hallerinden belli adamlar sahaların içinde golf oynuyordu.

Golf sporu Türkiye'de pek gündemde bir spor dalı değildir. Son zamanlarda ise bu spor oldukça gündeminde Türkiye'nin "Golfçü Paşa"mız sayesinde. Hava Kuvvetleri Komutanı Aydogan Babaoğlu, kanlı Aktütün baskını sırasında Golf oynamayı sürdürdüğü, şehit cenaze törenlerine katılmadığı için kamuoyunun tepkisini üzerinde toplamış, istifaya davet edilmişti. Halbuki Babaoglu'nun eleştirilmesi gereken tek noktası bu değildi, onun golf oynaması da başlı başına bir eleştiri konusudur. Golf sporuna bir de başka bir açıdan bakalım haydi.

Bilimsel verilere göre; bir golf sahası yılda hektar başına ortalama 10 bin ile 15 bin m3 suya ihtiyaç duyuyor. 100 hektarlik bir golf sahasının bir yılda tüketeceği su miktarı yaklaşık 1 milyon m3. Bu da 12 bin nüfuslu bir yerleşimin ortalama yıllık su tüketimine eşit. Golf sahalarında kullanılan kimyasal maddeler de çabasi. Golf sporunun doğaya ve topluma karşı vurdumduymazlığın son noktalarından biri olduğu su götürmez bir gerçek.

Golf sahaları için çok değerli agaçlar kesiliyor. Bitkü örtüsü, ormanlar, içinde yasayan canlı türleri göz göre göre feda ediliyor. Binlerce bitki ve hayvan türüne ev sahipliği yapan Sorgun Ormanı Türkiye'de bu şekilde da feda edilenler arasında yer almıştı. Sorgun ve Belek"te çevreciler ve duyarlı insanlar direnmiş, bazı alanlar kurtarılmış, bazıları ise maalesef durdurulamamıştı. Golf alanları açmak için ormanların, bitki ve canli türlerinin feda edilmesine karşı mücadele halen devam ediyor herşeye rağmen.

Ne garip di mi, Türkiye'de bir ormanlık alanın askeri bölge olması eskiden o yeşil alanın kurtulduğu anlamına gelirdi, fakat bu golfçü paşa hadisesinden sonra ordunun doğayı koruduğu düşüncesi daha çok sorgulanacak artık o kesin.

Çok değil yakın gelecekte susuzluktan kırılacak bir Türkiye, sadece yurtdışından golf tutkunu CEO'ları ülkeye çekmek için bu golf tutkusundan ve bu tutku uğruna değerli varlıklarını feda etmekten vazgeçmeli. Yeni Sorgun'lar ve Belek'ler olmaması için.






12 Ekim 2008

FAŞİZME VE IRKÇILIĞA YEŞİL SAHALARDA DA HAYIR !



1916 yılında Güney Amerika Kupası maçında Uruguay’a 4-0 yenilen Şili maçın iptalini talep eder. Gerekçe ise Uruguay forması giyen iki siyahi oyuncudur. Şili yöneticilerine göre siyahi oyuncular insan değildir. Bu olayın üstünden neredeyse 100 yıl geçmiş ama ırkçılık halen dünya ve futbol hatta genel olarak spor dünyası için ciddi bir sorun olmaya devam ediyor.

Geçtiğimiz hafta oynanan Dünya Kupası elemeleri maçlarından birine yine ırkçılık damgasını vurdu. İki takım taraftarının attığı ırkçı sloganlar ve saha dışında meydana gelen olaylar maçın önüne geçti. Maça gelişleri sırasında etrafa saldıran ve ırkçı tezahüratlar yapan İtalyanlar, stad içinde de koltukları kırıp Bulgar seyirciler üzerine attılar. Bunun üzerlerine de Bulgarlar İtalyan milli marşını ıslıklayınca, İtalyanlar Bulgar bayrakları yaktı ve tribünler iyice karıştı. Olaylar çok büyümeden Bulgar emniyeti tarafından kontrol altına alındı. UEFA bu olaylar sonrası büyük cezalar vermeye hazırlanıyor.

İki ülke de zaten futbolda ırkçılık konusunda oldukça sabıkalılar. Çok sure geçmedi üstünden, Bulgaristan Birinci Futbol Ligi takımlarından Botev Plovdiv'in üç puanı, taraftarlarının Levski Sofya maçında açtığı ırkçı pankart nedeniyle silinmişti. Bulgaristan Futbol Federasyonu'ndan yapılan açıklamada, geçen ayki Levski Sofya maçında, taraftarları ırkçı pankart açan Botev Plovdiv'in 3 puanının silindiğini bildirilmişti. Bu ceza ile Bulgaristan'da bir kulübün puanı, ilk kez ırkçılık nedeniyle silinmiş oldu.

İtalya’da da yıllardır futbolda ırkçılık ve faşizm çok ciddi bir sorun ve bu sorunun önüne geçilemiyor. Bu ülkedeki insanın aklına gelen ilk örnek ise Lazio kulubu hiç kuşkusuz. Ve onların sembol (!) oyuncusu Paolo Di Canio. Neo-faşist selamı vererek büyük bir kesimden tepki alan Di Canio bunun bir Roma Selamı olduğunu ifade etmişti, ama kimse ona inanmamıştı tabii. İtalyan futbolcu Livorno ve Juventus maçlarında yaptığı selam yüzünden 7000 Avro ve 1 maç ceza almıştı geçen yıl.

İspanya, Fransa, Almanya, Belçika, Hollanda gibi çeşitli Avrupa ülkelerin yeşil sahaları da ırkçıların ve faşistlerin pislikleriyle kirleniyor. İspanya’nın en ırkçı taraftar kitlesine sahip olduğu bilinen Real Zaragoza’nın maçlarında maymun sesi eksik olmuyor. Zaragoza gibi birçok kulubun taraftarı ırkçılıklarıyla sürekli gündeme geliyor. Bu konuda Eto’o en sıradışı tepkiyi vermişti. Bir maçta sürekli ırkçı aşağılamalara maruz kalan Eto’o, çareyi saha dışına çıkmakta bulmuş, hakem ve oyuncular onu zorla yolundan çevirmişlerdi. O dönem Çarşı Grubu, “Hepimiz Eto’o’yuz” pankartıyla Eto’o’ya destek vermişlerdi.

Aragones’e de ayrı bir paragraf açalım. Hani şimdilerde Fenerbahçe’nin başında olan Aragones. İspanya milli takım teknik direktörü Aragones’in Jose Antonio Reyes’e Henry'i kastederek, ''çık o pis zenciyi sahadan sil'' demesi ve bunun basına yansıması büyük tepki çekmişti. İnsanlardaki kötü imajını silmek için basına demeç veren teknik adam ''Ben onu oyuncum motive olsun diye söyledim'' demişti. Ne yazık ki bu yıl Türkiye’de kulupler Baros, Emre, Aragones gibi ırkçılıkla suçlanmış ve çok da aklanmamış isimleri Türkiye’ye getirmekte sakınca görmediler.

Bizde ırkçılık yoktur!!! Gerçekten öyle mi?

Hep tekrarlanan bir söylemdir. Türkiye’de ırkçılık yoktur denir. Halbuki gerçek hiç de öyle değil. Hakem Aydın Beşiktaş maçını yönettikten sonra kendisine uzatılan mikrofonlara Pascal Nouma’dan zenci diye bahsetmesi hala akıllarda. Çarşı ise diğer hafta tribünlere ‘Hepimiz zenciyiz’ pankartını asmıştı. Balili, Revivo gibi geçmişte Beşiktaş’ta oynayan Sırp Mrkela gibi oyuncular da ırkçı tezahüratlardan paylarını almışlardı. Mehmet Ali Yılmaz Trabzsonspor Başkanı iken İngiliz oyuncu Kevin Campbell için ‘Yamyam’ demişti. Büyük tepki alan Yılmaz yaptığı açıklamada “ben ona Arap demek istedim” diyip daha da diplere doğru çekmişti kendini, Kevin Campbell’ın de apar topar Türkiye’den gitmesine engel olamamıştı.

Tabii bunca kirliliğe, çirkinliğe rağmen güzel şeyler de oluyor yeşil sahalarda. Mesela Hapoel Tel Aviv-Maccabi Tel Aviv maçında Hapoel Tel Aviv taraftarlarının Fransızca, İngilizce, Türkçe, Arapça, Rusça, Yunanca açtığı “Irkçılığa Hayır” pankartları. Yukarıda resmini görebilirsiniz ırkçılığa verilen bu güzel tepkinin.

Futbol, toplumda saklı kalan, toplumda zaten mevcut olan düşüncelerin açığa çıktığı bir alan. Buna bağlı olarak, futbol kimi görüşlerin yaygınlaştırılması için kullanılabiliyor, ancak ırkçılık ve ayrımcılık toplumda var olduğu sürece futbolda da var olacak. Irkçılık ve faşizm, şu an dünya futbolunun önündeki en büyük tehlike hiç kuşkusuz. “Futbolda Faşizm ve Irkçılık” konusuna tekrar değineceğim zaman zaman.





5 Ekim 2008

100. Dogumgününde Güleryüzlü Bir Sosyalist: Mehmet Ali Aybar




Mehmet Ali Aybar'in "Neden Sosyalizm" kitabını ilk okuduğumda sol siyaset ve sosyalizm üstüne birçok düşüncem ve yaklaşımının temelden degiştiğini hatırlıyorum. Beni şimdiye kadar olan sosyalizm deneyimlerini ve de Türkiye içindeki çesitli sol oluşumları ve partileri sorgulamaya itti bu kitap, Aybar'in düşünceleri ve sosyalizme yaklaşımı siyasi ve toplumsal fikirlerimi şekillendirdi ve ya da şekilllendirmemde bunları en bastan, yol gösterici oldu. Dünyayı emekten ana okurken, hayata soldan bakarken, yoldaşlarını kıyasıya eleştirmekten de kaçınmayan bir sol siyaset adamı. Yıllar sonra bugün bile eksikliğini çektigimiz sadece bir siyaset degil bir fikir ve eylem insanı. da. "Güleryüzlü Sosyalizm"i lügatlarımıza sokan Mehmet Ali Aybar'ın 5 Ekim 2008 100.dogumgünü. Bu vesileyle bu büyük insanı tekrar bir anımsatmak ve hayat hikayesinin üstünden tekrar bir geçmek istedim.

Mehmet Ali Aybar 5 Ekim 1908'de doğar. Galatasaray Lisesi'nden sonra İstanbul Hukuk Fakültesi'ni bitirir. Aynı fakültede Anayasa Hukuku asistanı, hukuk doktoru ve devletler hukuku doçenti olur. 1946'da yazıları nedeniyle doçentlik görevine son verilir. Önce Hür, sonra Zincirli Hürriyet gazetelerini çıkarır ve buralardaki yazıları nedeniyle 1949'da 3 yıl 8 ay hapis cezasına çarptırılır.Gazeteleri çıkardıkları merkezler basılır, kundaklanır. 1950'de genel afla serbest bırakılır. 1962'de Türkiye İşçi Partisi'nin (TİP) genel başkanı seçilir. 1965 ve 1969 genel seçimlerinde bu partiden İstanbul milletvekili seçilir. Aynı dönemlerde Sovyetler Birliği'nin Çekoslovakya'yı işgaline karşı çıkar. Bu karşı çıkış TİP'de büyük bölünmelere sebep olur. Bu görüşlerine karşı çıkanlar arasındaki anlaşmazlığın büyümesi üzerine 1969' genel başkanlıktan, 1971' de de parti üyeliğinden istifa eder. 1975'te, kısa bir süre sonra Sosyalist Devrim Partisi adını alacak olan ve 12 Eylül 1980'de diğer partilerle birlikte kapatılan Sosyalist Parti' yi kurar.15-16 Haziran direnişi nedeniyle yargilanan DISK’in avukatligini üstlendi.Gençlik yıllarında sporda başarılar göstermiştir. 1928-1935 arası Türk Milli Atletizm takımında yer almış, bu dönemde 100 ve 200 metre bayrak yarışlarında Türkiye rekorları kırmıştır. Aybar, 1931'de Balkan şampiyonu olan 4 X 100 bayrak takımının da başarılı koşucuları arasındadır. Mehmet Ali Aybar 10 Temmuz 1995'de İstanbul'da, tedavi edildiği Florance Nightingale Hastanesi'nde kalp yetmezliği sonucu öldü.

Amerika’nin Vietnam’daki savaş suçlarını sorgulamak için kurulan Russell Mahkemesi’nin de başkanlığını yapan Aybar, Vietnam’da direnişin efsanevi komutani Nguyen Vo Giap’a, tanık oldugu yakışıksız bir olay üstüne “Şunu bir kere daha anladim ki insan sosyalizm için degil, sosyalizm insan içindir” demişti. Bu bile onun sosyalizmden ne anladigini çok iyi ortaya koyuyor. Bugün bile çoğu solcuyum diyen insanın anlamadığı birşey bu. Leninist dikey örgütlenme biçiminin, sosyalizmin en büyük sorunu oldugunu savundu hep. Hayattayken acımasızca eleştirilmişti ama en sonunda o haklı çıkacaktı.

Bugün de Türkiye solunun önünde aydınlık bir fenerdir Mehmet Ali Aybar.

3 Ekim 2008

4 Ekim Dünya Hayvan Hakları Günü:Baskı ve sömürüye karşı çıkmak “Türcülüğe” karşı çıkmayı da gerektirir




İnsan en akıllı tür olduğuna inanmıştır çağlar boyu. Tüm dünya onun için yaratılmıştır, diğer hayvanların varlığının anlamı onları eğlendirmek ve onlara besin olmakla sınırlıdır. Her şeyin ve bu arada da her canlının kendisinin kullanımına sunulmak üzere var olduğunu sanan kibirli ve bencil bir türdür insan, zevki için diğer canlıları öldüren tek canlı türü. Yıllarca böyle kabul edildi. Ama gün geldi herşey gibi bu düşünce de sorgulanmaya başladı. Hayvan hakları savunucuları ve vejetaryenler bu kalıp düşünceye karşı çıkmaya başladılar. Özellikle Peter Singer, “Hayvan Özgürleşmesi” (Ayrıntı Yayınları tarafından Türkiye’de de yayınlandı) eseriyle bu alandaki en önemli kaynağı verdi belki de. Ama en moderninden, en muhalifinden insanlar bile hayvan haklarını görmezden geldi, gündemlerinde geri plana ittiler, küçümsediler. Esasında içlerine işledi bu suçun vicdansal sızısı ama kabullenmek istemediler. Yeri geldi dinden kutsal kitaplardan yardım aldılar. 15 Ekim 1978 tarihinde de Paris'te “Hayvan Hakları Evrensel Bildirgesi” ilan edildi.

İnsan ne yazık ki günümüzde kendisi ile birlikte tüm canlı yaşamını felakete sürüklüyor. 4 Ekim “Dünya Hayvan Hakları Günü”nde insanlık şapkasını önüne koyup tekrar tekrar düşünmeli bu konuyu. Özellikle tüm solcular bu sorgulamayı yapmalı kendi içinde. Tıpkı ırkçılığa, cinsiyet ayrımcılığına, savaşa, nükleere, işkencelere, baskılara, sömürüye, soykırımlara karşı çıktığı gibi sol siyaset, türcülüğe de, yani bir türün başka bir tür üzerine tahakküm kurmasına da karşı çıkmalı, buna karşı mücadele etmeli. Birgün Gazetesi’nden Türkiye’nin önde gelen hayvan hakları mücadelecilerinden Yalçın Ergündoğan’dan bir alıntı yapmak istiyorum tam bu noktada: “Doğanın ve hayvanların ne kendini savunacak avukatları, ne çıkarlarını koruyacak sendikaları, ne de oy hakları var. İnsan merkezci saplantılarımızı, kibirimizi terk edebildiğimiz ölçüde diğer türlerle yaşamı daha eşit paylaşabilmeye yaklaşabileceğiz.”
Şunu unutmayalım, bir hayvanın çıkarlarının gözetilmesi için mutlaka şirin, insanlara yararlı ya da soyu tükenme tehlikesi içinde olması gerekmez. Her canlının yaşama hakkı vardır ve her canlının yaşama hakkı savunulmalı, yasalarla güvence altına alınmalı en önemlisi de bu haklar toplumsal bilinçle güvence altına alınmalıdır.

28 Eylül 2008

Salvador Dali'nin Çokça Gündeme Getirilmeyen Bir Yönü: Dali Bir Frankocuydu


Yukarıdaki tablo, meşhur Guernica tablosu. Guernica, ressam Pablo Picasso'nun, İspanyol İç Savaşı sırasında Nazi Almanyası ve Faşist İtalya'dan destek alan General Franko ordusunun Guernica şehrinde yaptıkları katliamı anlatan ve de protesto eden eseri. Bu tabloyu aklıma getiren ise Sakıp Sabancı Müzesi'nde yeni açılan sergi oldu. Serginin ismi "İstanbul"da Bir Sürrealist: Salvador Dali" Salvador Dali'nin 270 eserinin yer aldığı sergi, 20 Ocak 2009'a kadar açık kalacak.

Niyetim bir Picasso-Dali karşılaştırması yapmak değil sanatsal açıdan, bu haddime de değil zaten. Dali hakkında, sanatı ve yaşamı üzerine birçok şey yazıldı. Amacım burada Dali'nin özellikle basınımızda birkaç yayın dışında çokça kendine yer bulamayan bir yönünü anımsatmak. Dali'nin politik duruşu bu yön.

Genelde deliliğiyle, para düşkünlüğüyle, dahiliğiyle gündeme gelen Dali, İspanyol komünistlerinin ve devrimcilerinin katili faşist General Franco'nun hayranıdır. 1975 yılında ölen Franco'nun ölmeden iki ay önce işlediği bir cinayeti kutlar. Faşist General Franco, Eylül 1975'de beş antifaşist genci idam ettirir. 83 yaşındadır ve hâlâ öldürmeye devam etmektedir. Bu katili kamuoyunun önünde kutlayan Dali, İspanyol ve dünya devrimcilerinin nefretini kazanır. Franco diktatörlüğünü desteklediğini çok önceden açıklayan Salvador Dali, zaten büyük çoğunluğu devrimci olan sürrealistler tarafından da dışlanmıştır. Geçmişte henüz yirmili yaşlarındayken arkadaş olduğu İspanyol şair Federico Garcia Lorca'nın öldürülmesinin ardından yaptığı açıklamayla da gündeme gelmiştir Dali. Federico García Lorca, 1936 yılında İspanya İç Savaşı'nın başında Franco'nun faşist milisleri tarafından öldürülür. Dali, Franco'nun işlettiği bu cinayetin ardından Lorca'nın bir eşcinsel cinayete kurban gittiği yorumunu yapar. Gençlik arkadaşı ünlü yönetmen ve senarist Luis Bunuel'i Amerika seyahatinde komünist ve ateist olmakla suçlar, Bunuel'in Meksika'ya sürülmesine neden olur.

Bir yanda 1937 yılında İspanyol İç Savaşı sırasında faşist Almanya ve İtalyadan destek alan Franco'nun Guernica şehrinde yaptıkları katliamı anlatan "Guernica" isimli tabloyu yapan Pablo Picasso diğer yanda, İspanyol Salvador Dali. Tarihte faşist politik fikirleriyle gündeme gelmiş birçok sanatçı var, tabii sanat ve siyaset her zaman birbirine karıştırılmamalı, ama Franco'ya desteğini açıklamış bir sanatçıya birazcık insani hassasiyeti olan bir kişi, sanatı ne kadar güçlü olursa olsun (ki bence de güçlü bir sanatı var) yakınlık duyamıyor.

Türkiye'nin İnternet Utancı


ntvmsnc.com'un araştırmasına göre, Türkiye’de Kasım 2007’den beri 1112 internet sitesine erişim engellendi. Bunların arasında Mayıs ayından beri kapalı olan YouTube ve daha önce erişimi engellenen geoticies.com, wordpress.com, ekşisözlük gibi popüler siteler de yer aldı. 2007’nin Kasım ayından itibaren 861’i re’sen (kendiliğinden), 251’i yargı kararıyla bin 112 internet sitesinin erişimi engellenmiş. Mayıs’tan beri erişilemeyen YouTube dışında son olarak Adnan Oktar’ın şikayeti üzerine ünlü evrimci Richard Dawkins’in ve Eğitim-Sen’in siteleri de kapatıldı, Turan Dursun sitesine erişim ise engelli hale geldi.
Evet çocukların cinsel istismarını içeren, daha da genel olarak her türlü cinsel istismarı içeren, direkt şiddet çağrıları içeren, toplumun çeşitli kesimlerine nefreti körükleyen siteler yaptırıma uğramalı, kapatmaya kadar gitmeli bu. Düşünce özgürlüğü ise bir başka konu, internet özgür bir ortam, burda fikirler özgürce ifade edilebilmeli. Türkiye'de internet, düşünce özgürlüğüne baskın uygulamanın çok etkin bir aracı haline geldi ne yazık ki.

Eğitim-Sen'in de sitesi kapatıldı

Son günlerde en çok tartışılan konulardan biri ünlü evrimci yazar Prof. Richard Dawkins’in ve Eğitim-Sen’in sitelerinin Adnan Oktar’ın şikayeti üzerine kapatılması. Oktar, Dawkins’in sitesinin hazırlayıcısından 8 bin YTL manevi tazminat istemişti. Eğitim-Sen’in sitesinin kapatılma gerekçesi olarak ise Şubat 2007’de sitede Oktar’ın ‘Yaratılış Atlası’ ile ilgili yer alan basın açıklaması gösterilmişti. İnternetin en popüler sitelerinden Ekşi Sözlük de, Adnan Oktar’ın, şahsıyla ilgili bazı ifadelere dair, kişilik haklarına saldırdığı iddiasıyla başvurması üzerine, 2007 yılında kapatılmıştı. Ekşi Sözlük, ilgili başlıkları siteden kaldırsa da bu, sitenin kapatılmasına engel olmamıştı. Adnan Oktar, 2005 yılında yine Ekşi Sözlük’te kendisiyle ilgili yer alan dört başlık sebebiyle Ekşi Sözlük’ün kapatılması için dava açmıştı. Ekşi Sözlük bu maddelerle ilgili davayı kazanmıştı. Adnan Oktar’ın başvurusu üzerine kapatılan bir diğer site ise kişisel blog yayınlama sistemi olan Wordpress.com.Bunların dışında Türkiye’de daha önce de birçok popüler sitenin kapatılması tartışma yaratmıştı. Yahoo’nun hizmeti olan Geocities.com, video paylaşım sitesi Dailymotion.com, Google’ın hizmetlerinden Groups.google.com, dizi ve filmlerin Divx formatındaki altyazılarının paylaşıldığı Divxplanet.com bunlardan bazıları. Türkiye'de internetin üstünde bir Adnan Oktar bulutu dolaşıyor adeta bu günlerde, göğünü karartıyor sanal evrenin.

Aç, kapa, aç, kapa

Uzun süredir erişimi engellenen Youtube sorunu da daha uzun bir süre çözüme kavuşmayacak gibi gözüküyor. Youtube açılsa bile tekrar kapanacak, hukuksal işleyişe göre Türkiye'deki. Bir kısır döngü sürüp gidecek Atatürk ile ilgili videolar veya en ufak eleştirel, yanlış anlaşılmaya açık videolar bu ortamda oldukça. Diğer yandan Youtube da konuyu çok önemsemiyor, sitenin tekrar erişime açılması için çok bir şey yaptıkları söylenemez. Belli ki onlar da Türkiye'de sistemin işleyişini anlamışlar ve bir kısır döngü için çok da emek vermek istemiyorlar. Youtube konusunun ve gelecekteki yaşanması olası benzer sorunların çözümü ise topyekün bir zihniyet değişikliğinde yatıyor. Vatandaşından korkan, vatandaşına karşı devleti koruyan sistemde yasaklar hep devam edecektir, bu yasakların bekçileri medya, hukuk, siyaset..vb çevrelerinin toplum üstünde egemenliği de.

Utancımıza ortak olan ülkeler

İnternet yasakları dünyanın farklı bölgelerinde de uygulanıyor. Örneğin bazı ülkelerde zararlı görülen video kaldırılana kadar YouTube ve benzeri video paylaşım sitelerine erişim yasağı uygulandığı görülüyor. Bazı ülkelerde ise zararlı görülen videolar konusunda otomatik engelleme uygulaması var. Video kaldırılana kadar yasak koyan ülkeler: Brezilya, Fas, Tayland, Pakistan. Otomatik engelleme uygulaması koyan ülkeler ise Çin, İran, Ermenistan, Tunus, Endonezya, Suriye, Suudi Arabistan. Demokrasileri sorunlu bu ülkeler arasında Türkiye'yi de görüyoruz ne yazık ki ve daha uzun göreceğimiz kesin.