24 Temmuz 2009

SANSÜRÜN KALDIRILIŞININ 101. YILDÖNÜMÜNDE SANSÜRCÜ BİR ÜLKE PORTRESİ






Bugün sansürün kaldırılışının 101. yıldönümü. Dile kolay tam 101 yıl. Normalde bu kadarlık bir sürede, büyük dönüşümler gerçekleşmesi gerekirken, Türkiye’de sansür konusunda ne yazık ki çağın çok çok gerisinde bir durum sözkonusu. Türkiye’de hala Sansür Her Yerde. Yasaklar Her Yerde.

Cezaevine mizah dergisi sokmak yasak. (yakında yabancı dilde yayınların sokulmasının yasaklanması da gündemde). Vicdani reddi savunmak yasak. İnternette farklı görüşleri savunmak yasak. Kürt sorununu özgürce tartışmak yasak. Ermeni konusunu özgürce tartışmak yasak. Orduyu ve Başbakanı eleştirmek yasak. Yasak da yasak. Ve bunları dillendirince cellatların ortaya çıkardığı silah her zaman aynı: Sansür.
Yazan, düşünen, sorgulayan insanlar bu ülkede sansüre uğruyor, öldürülen, öldürtenler, katledenler, darbeciler değil onlar yargılanıyor.
"Dink Cinayeti ve İstihbarat Yalanları" kitabı nedeniyle gazeteci Nedim Şener için 28 yıl isteniyor. Dink’i öldürdüklerini sırıtarak anlatanlara ise 10 yıl civarında hapis isteniyor.
Resmi bir Kürtçe devlet kanalı varken Türkiye'de cezaevinde, seçim meydanında Kürtçe konuşmak hala yasak. Yerel medyaya Kürtçe yayın engelleri bulunuyor.
Terörle Mücadele Yasası'na (TMY) dayanarak muhalif gazeteler bir aylığına susturuluyor sürekli. Bu zamanla bir döngü haline geliyor, gazeteler farklı farklı isimlerile yine çıkıyor, sonta yine kapatılıyor.
Bağımsız İletişim Ağı (BİA) Medya Gözlem Masası'nın 1 Mayıs'ta yayımladığı Medya Gözlem Raporu, Ocak-Şubat-Mart aylarında 60'ı gazeteci toplam 110 kişinin 70 dava kapsamında hapis veya tazminat istemiyle yargılandığına işaret ediyor.
“Allah'ın Kızları” romanının yazarı Nedim Gürsel, daha 25 Haziran'a kadar, "dini değerleri aşağıladığı" ve "halkı kin ve düşmanlığa tahrik ettiği" iddiasıyla hapisle yargılanıyordu.
Evrim Teorisinin savunucularından Richard Dawkins'in "Tanrı Yanılgısı" adlı kitabını Türkçe'ye kazandıran Kuzey Yayınları sahibi Erol Karaaslan'ı 17 Temmuz'a kadar sanıktı. Daha önce aynı davadan beraat ettiği anlaşılınca davası düşürüldü.
İrfan Karaca'nın Berçem Yayınları'nca çıkarılan "Ape Musa'nın Generalleri" kitabına açılan davada da 1 yıl 3 ay hapis cezası çıktı.
Vicdani retçi Mehmet Bal'a destek verdikleri için birçok vicdani red hakkı savunucusu hala hapisle yargılanıyorlar.
Britanyalı kolaj sanatçısı Michael Dickinson, Başbakanı Erdoğan'ı eski Amerika Birleşik Devletleri Başkanı George W. Bush'un köpeği şeklinde tasvir ettiği için bir daha tutuklanmamak için, Yargıtayın bozma kararını öğrenir öğrenmez 23 yıldır yaşadığı Türkiye'yi terk etti.
Siirt'te öğretim üyelerini eleştirdiği için mahkum edilen Siirt Mücadele gazetesi sahibi Cumhur Kılıççıoğlu'nun tek umudu Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi oldu.
Bursa 1. Sulh Ceza Mahkemesi, üniversite harçlarını protesto ederken Başbakan için "Ampul Tayyip" sloganı atan Halkevleri üyesi sekiz kişiyi hapisle yargıladı; sonunda beraat ettirdi.
Bunlar sadece bazı örnekler, yüzlerce benzeri hikaye var.

Sansürün kaldırılışın 101. yılında sansür, medya ve onun temsilcilerinin ötesinde toplumun çok çeşitli kesimlerini hedef alıyor. Bir toplumun geleceğini, özgürlüğünü, bağımsızlığını da.

ONSUZ İYİLER HEP BİR KİŞİ EKSİK OYNAYACAK


Yukarıda başlık Bağış Erten’in bugün Radikal Gazetesi’ndeki köşeyazısının başlığından. Gerçekten sevgili Vedat Okyar'ın, Vedat Baba’nın ölümü ardından yaşanılan hissi tarif etmek için en uygun cümlelerden biri olmuş Erten’in attığı başlık.

Türkiye’de ölen insanın ardından genelde kötü konuşulmaz. Hayatında insanlara binbir acı çektirmiş olsun, bir neslin korkulu rüyası olmuş olsun farketmez. Ölüm sanki ona, onun kirli geçmişine bir meşruluk kazandırır. O yüzden biraz zordur ölüm ardından yazılan yazıların, yapılan yorumlarına samimiyetine inanmak. Ama sanırım Vedat Okyar için bu geçerli olmadı. Hayattayken nasılsa, onun için nasıl konuşuluyorsa, ölümü ardından da öyle konuşuldu. Ne mutlu ona.

Bütün gazeteler adeta birbirinden haberdar olurcasına aynı başlığı attı: “Güzel insan”. Gerçekten güzel insandı.
Onu yüzyüze tanımasak bile samimiyetini, insanlığını farkettiriyordu yazılarında, konuşmalarında. Futbol dünyasında ender bulunacak bir insandı, alabildiğine kirlenmiş futbol dünyasında en fanatiğin bile saygınlığını kazanması şaşırtıcı değildi o yüzden.
Evet, alabildiğine Beşiktaşlıydı. Ama onunki bir Selçuk Yula Fenerbahçeliliği gibi değildi. Farklı bir sevgiydi, aşktı onunki. İçinde şefkati de eleştiriyi de sorgulamayı da yanlış bulduğunu cesurca söylemeyi de barındıran bir Sevda.

Sadece futbol dünyası için değil tüm spor, ekonomi, iş ve siyaset dünyası için de örnek alınması gereken bir insan Vedat Okyar. O yüzden de hiç unutulmamalı, unutturulmamalı.

9 Temmuz 2009

ÜLKENİN UTANÇ TARİHLERİNDEN BİRİ: TEMMUZ 1980 ÇORUM KATLİAMI







Bu ülkenin utanç tarihlerinden biridir Temmuz 1980. Aynen yine bir Temmuz günü yaşanan Sivas katliamı gibi. Temmuz 1980, Çorum’da ülkücülerin yaptığı büyük katliamın tarihidir.
Çorum olayları, 57 Alevi ve sol görüşlü yurttaşın ölümü ve yüzlercesinin yaralanmasıyla sonuçlanır.
Olaylardan hemen önce Mayıs ayında Çorum Emniyet Müdürü Hasan Uyar görevinden alınarak yerine Tunceli'de görev yapmış olan Nail Bozkurt atanır. Milli Eğitim Müdürlüğü'ne MHP'li Fethi Katar getirilir. Çorum valiliğine Rafet Üçelli atandı. 40'a yakın polis memuru başka illere nakledilir.
1980 yılındaki 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı kutlama hazırlıkları sırasında kızların kıyafetleri bahane edilerek şu bildiri dağıtılır.
"Müslüman namusuna sahip çık""
19 Mayıs gösterileri adı altında yine namus bacılarımızın iffet ve hayasına kahpeçe ve haince saldıracak bir gün geliyor. Yüreklerimizi parçalıyor, içimize kan akıtılıyor. Yine müslüman evlâdı kan ağlamaya kafir düzen tarafından soyularak, en müstehcen ve kepaze kılıkta teşhir edilecektir. Bin yıllık mübarek tarihimize bundan büyük bir leke sürülebilir mi? Kurtuluş Savaşında namusunu Yunan eli kirletmektense ölmeyi tercih eden mübarek ninelerimizin kemikleri sızlamaz mı? Ey müslüman, düşün, süngüyle ama karnında çocuk çıkarken zihniyetle bu zihniyetin farkı ne? Namazını kıl, orucunu tut yeter; karışan mı var diyen gafil müslüman sen de düşün... Düşün ki, haddini bilmeyenlere bildirelim hadlerini. Şu haris-i Şerifi asla unutma, haksızlık karşısında susan, dilsiz şeytandır. Ne mutlu canı ile, kanı ile, malı ile CİHAD edenlere..."İslâmcı Gençlik
İslamcı ve ülkücü güçler, halkı tahrik etmeye günler öncesinden başlamıştır. Milliyetçi Hareket Partisi'nin (MHP) önde gelen isimlerinden Gün Sazak 27 Mayıs 1980'de kimliği belirlenemeyen kişiler tarafından öldürülür. İşte bu cinayet, Çorum'da gerginliği iyice artırır. Alevi ve Sünni mahalleleri arasında barikatlar kurulur. Sokağa çıkma yasağına karşın, çatışmalar olur.
Bu suikasti protesto etmek üzere ülkenin farklı yerlerinde eylem yapan MHP taraftarı ülkücülerin gösterileri şiddet olaylarına dönüşür. Çorum’un en işlek caddesinde, çoğunluğu çocuk ve gençlerden oluşan ülkücüler “kanımız alsa da zafer İslâmın, kana kan, intikam” sloganlarıyla yürüyüşe geçerler. Cadde üstündeki çok sayıda dükkân zarar görür. Çorum'daki gösteriler sırasında da TÖB-DER üyesi bir öğretmen ülkücüler tarafından öldürülür. Kentin çevre il ve ilçelerle bağlantıları göstericiler tarafından kesilir. Alevilerin ve solcuların,göstericilere karşılık vermeye başlaması üzerine, olaylar çatışmaya dönüşür ve askeri birlikler bölgeye müdahale eder.Mayıs ayında yaşanan bu gerginlik askeri müdahaleye karşın devam eder.
1 Temmuz sabahı yine bazı mahallelerde halkı komünistlere, Alevilere ve solculara cihata çağıran bildiriler dağıtılır. Sol çevreden ve Alevi önde gelenleri arasından pek çok kişi gözaltına alır. Aynı saatlerde Alevi mahallelerinde halkın üzerine ateş açılır ve evler ateşe verilir. Ertesi gün kentin giriş çıkışlarını kontrol altına alan ülkücüler pazar için kente gelen Alevi köylülerin traktörlerini ve mallarını yakıp, onlara işkence yaparlar. 4 Temmuz günü Cuma namazını kılmakta olan cemaat, “Komünistler Alaeddin Camii'ne silah ve bombalarla saldırdılar” gibi asılsız haberlerle kışkırtılır. Halk, sokaklara dökülünce, olayın hazırlayıcıları eyleme geçerek evlere, iş yerlerine saldırırlar.
Milönü Mahallesi girişinde bulunan Alaaddin Camii hoparlörlerinden "Allah Allah" sesleri yayınlanmaya başlayınca, yeniden saldırıya uğradığını düşünen mahalle halkı mahalle çıkışına doğru kaçmaya başlar. Bu kitlenin üzerine hem ülkücüler, hem de polis tarafından ateş açılması sonucu bir çok kişi ölür ya da yaralanır. Aynı zamanda TRT'nin akşam haberlerinde Çorum'daki olayların "Alaaddin Camii'ne ateş açılmasıyla başladığını" duyurması galeyanın devam etmesine yol açar.
Bir yandan da çevre kentlerden ve köylerden ülkücüler Çorum'da birikmeye başlamıştır. Olaylar sırasında toplam 57 öldürülen insanın yanı sıra, iki yüzü aşkın kişi de ağır yaralanır. Üç yüze yakın bina tahrip edilir. Altı yüz kadar aile göçe zorlanır. Çorum Katliamı, Kahramanmaraş ve Sivas olayları ile birlikte sağ görüşlülerin ve ülkücülerin, Alevilere ve sol görüşlülere yönelik en büyük katliamlarından biridir.Oysa ki o yıla kadar Çorum Şehri yıllar boyu, Anadolu geleneksel mozaik yapısının bir örneğidir. Çorum Halkı, farklı etnik ve kültürel yaşam tarzlarına rağmen, barış içinde yanyana yaşamaktadır. Şehir, 1980 yılı baharı ile birlikte patlamaya hazır bir bomba haline dönüşür. Ve sonra o bomba patlatılır halkların kardeşliği üstünde.


Bu tezgahların, bu acımasızca hazırlıkların devlet tarafından görülmemesi olanaklı değildi. Ama önlem alınmadı aynen Sivas ve Maraş’ta olduğu gibi. Her zamanki gibi Çorum’da solcuların ve Alevilerin yoğunlukta olduğu semt ve mahallelerde operasyonlar başlatılmıştı. Faşistlerin örgütlü olduğu semtlere ise dokunulmamıştı bile. Onlar çatılarda, tepelerde mevzilerini kurmakta, ağır makineli tüfeklerini yerleştirmekteydi.

Bu ülkenin utanç tarihlerinden biridir 1980 Temmuz’u. Olanlardan sorumlu olanlar ne bir özür dilemiş, ne sorumluluğunu kabul etmiştir. Yargılanmamışlardır. Aynı saldırganlıklarını, cinayet ve katliamlarını yıllar boyu sürdürmüşlerdir. Hatta meclis çatısı altında bile varlık göstermişlerdir. Hatta yıllar sonra Cumhuriyet Gazetesi’nin bir baş köşe yazarı bunca olandan sonra onlar için oy bile istemiştir, onları masum ve sevimli göstermeye çalışmıştır. Ama tarih ve insanlık onuru bazı şeyleri unutmamıza, unutturmamıza izin vermez, veremez hiçbir zaman.

TÜRKİYE, UYGUR TÜRKLERİ İÇİN NİYE HEP SESSİZ KALDI? BU ÇOK DOĞAL



Doğu Türkistan’da günlerdir bir insanlık dramı yaşanıyor. Komünizmle uzaktan yakından ilgisi olmayan, komünizmin ismini kirleten, totaliter ve anti-demokratik bir rejimin hüküm sürdüğü, her gün alanlarında yüzlerce farklı görüşleriyle insanın idam edildiği Çin, yeni bir devlet terörüne daha imza atıyor tüm dünyanın gözü önünde. Uygur Türklerinin barışçı gösterisini kana buladı Çin. Doğu Türkistan halkı 20. asır boyunca çok acılar çekti. Sürekli yok olma tehlikesiyle yaşadı. Yıllarca varlıkları bile inkar edildi. Çin Anayasası, Doğu Türkistan’da Uygur dilinin Çince ile birlikte resmi dil olmasını garanti ediyor. Ama Çin hükümeti bu anayasal hakka bile saygı duymıyor. 2003’ten beri okullarda ve üniversitelerde Uygur dili tamamen yasak.


100 bin kadar Uygur siyasi görüşleri ve dinsel inançları nedeniyle cezaevinde. Uygurlar her alanda ayrımcılık kurbanı. Uygurların dili ve dini büyük baskı altında. Çin devleti, Uygur Türklerine yıllardır sistemli bir şekilde zulmediyor. Çin devleti, dilimize Şincan diye çevrilen uydurma bir ad koydu Doğu Türkistan bölgesine. Orasının tarihten gelen ismi ise Doğu Türkistan. Mao öncesi Çin’in resmi dilinde bile orası Çin Türkistanı. Ama Çin’in inkar politikalarıyla oranın ismi değiştirilmiş.


Türkiye ise şimdiye kadar zulüm görmekte olan Doğu Türkistan halkı için hiçbir şey yapmadı, yapamadı, yapamazdı da. Sessiz kalmak zorundaydı çünkü. Nasıl aksi olabilirdi ki? Niye mi?


Kendi halkıyla sürekli çatışma halinde olan, kendi ülkesindeki yıllar boyu Kürtleri, azınlıkları sistematik inkâr ve asimilasyon politikalarına tâbi tutan, sadece farklı ırktan ve dinden diye birçok insanının öldürülmesine karşı duramayan, tarihinde 6-7 Eylül, Varlık Vergisi, Sivas, Maraş ve Çorum katliamları gibi utançları olan bir Türkiye nasıl Çin’i eleştirebilir ki?


Türkiye nasıl olur da Türk soydaşlarımızın Çin’de yaşadığı zulümlere ses çıkarabilirdi ki? Yıllarca Türk olmayan tüm yerleşim yerlerinin isimlerini yok edip, yerine yer adları türeten Türkiye, nasıl olur da yüzyılların camisinin ismini “Sugong kulesi” olarak değiştiren bir rejime karşı durabilirdi?

Çin’de son olaylarda Rabiya Kadir ismi öne çıktı. Esasında yıllardır gündemde olan bir isimdir. Ama Türkiye’nin yeni yeni tanıdığı, veya gördüğü. Kadir, Uygur Türklerinin yaşayan en popüler lideri, zulüm gören Doğu Türkistan halkının sembolü oldu yıllardır. Küçük bir çamaşırhaneden başlayıp, adım adım işlerini genişleten tekstil ve ticaret zinciri kuran bir işkadını. Çin devleti Rabiya Kadir’e ve ailesine türlü zulümler yaptı. Kadir, önce hapislere atıldı, sonra da yurdundan kovuldu. Türkiye, Kadir’den hep uzak durdu çünkü “Çin” ile ilişkiler bozulamazdı. Hem sonra kendi içinde farklı düşünen aydınına ne derdi Türkiye, Orhan Pamuk’una, Yaşar Kemal’ine, Hrant Dink’ine, Musa Anter’ine...vb sahip çıkması gerekmez miydi? Yıllarca Kadir’i görmezden gelen bir ülke şimdi nasıl olur da onu sahiplenir, tüm medyasında kahraman ilan edebilir, olsa olsa bu ikiyüzlülük değil midir?

Kendi ülkesinde “bölünmez bütünlük” kavramını, 301 gibi bir maddeyi farklı düşünenler üstünde bir kılıç gibi sallayan Türkiye, nasıl olur da Çin’in bölünmez bütünlüğüne tehdit olan, Çin’den ayrılmayı savunan Uygur Türklerine destek verebilirdi ki? Yoksa demezler mi “bölünmez bütünlük” sadece sizin için mi, sizin ülkenizde mi geçerli?

Türkiye kendi halkının tüm farklılıklarıyla barışık hale gelmedikçe, kendi halkının tüm farklılıklarını kabul edip onları özgür kılmadıkça, Türkiye dışındaki Türklerin haklarının ve özgürlüklerinin de mücadelesini de veremez, vermeye yüzü olmaz. Aynen Uygur Türklerinde olduğu gibi. Hiçbir yurttaşına eziyet etmeyen bir Türkiye ancak Çin gibi baskıcı rejimlere karşı durabilir.

Bu noktada bu ülkede halkların kardeşliğini savunanların zamanında çok tepki çeken, adeta ona karşı bir linç ortamı yaratılan “Hepimiz Hrant'ız, Hepimi Ermeniyiz” sloganın ne kadar haklı olduğu, bu felsefenin tüm dünya için ne kadar geçerli olduğu bir kere daha tescillendi. Sadece Çin’de Uygur Türkü olmak yetmez, Türkiye’de Ermeni, Kuzey Irak’ta Türkmen, İsrail’de Filistinli, Çin’de Tibetli ve Uygur Türkü olmak gerekir. Ezilen, hor görülen nerdeyse onun yanında olmak. Her zaman ve her yerde, koşulsuz olarak.

8 Temmuz 2009

İSPANYA’DAKİ KANLI BOĞA GÜREŞLERİ İNSANLIĞIN UTANCIDIR


"Pamplona Boğa Koşusu", İspanya'da 100 yıldan beri yapılıyor. Haziran veya Temmuz ayında bir hafta boyunca sabah saatlerinde boğalar dar sokaklara salınıyor ve hayvanlar arkada insanlar önde ölümüne bir kovalamaca gerçekleşiyor. 800 metrelik koşu, Pamplona arenasında boğaların öldürülmesiyle sonuçlanıyor. Sokaklarda koşuşturulan boğalara, sokağa salınmadan önce elektrik şoku veriliyor, sivri ve keskin uçlu şişlerle şişleniyor. Böylece kızdırıldıktan sonra insanların üzerine salınıyor.

İspanya'daki Boğa Güreşleri ve "Boğa Koşusu" tüm dünyada hayvan hakları savunucularının büyük tepkisine neden olan bir konu. Barcelona Şehir Meclisi 2004 Nisan ayındaki oylamayla bu ilkel kanlı etkinliği yasaklamış, ardından da aralarında İspanya'daki en eski boğa güreşi geleneğine sahip olan Olot, Torello ve Calldetenes gibi kentler de bu karara uymuşlardı. Ama halen İspanya’nın birçok yerinde boğalar sadece insanların eğlencesi uğruna eziyet görüyor, öldürülüyor. Ve en kötüsü bu ulusal bir gelenek olarak görülüyor ve İspanyollarca savunuluyor.

Boğa güreşlerinin kökeninde aslında çok eski bir mit yatıyor. “Taurobolium” denen boğa kurban etme ritüeli MS 160 yılında Roma İmparatorluğu’nda başlamıştı. Amaç boğanın kanı ile güçlenmek, yeniden doğmaktı. Kurban adayan kişi öldürülen boğanın kanı içinde yıkanır, böylelikle boğanın gücüne kavuşacağına ve yeniden doğacığına inanırdı.
İspanya'da her yıl gerçekleştirilen bu etkinlikler insanlık onuruna, hayvan haklarına ve bir bütün olarak canlı haklarına aykırı. Bu tür şiddet içeren ve canlılara zarar veren etkinliklerin gelenek adı altında sürdürülmesi de kabul edilebilir değil.

Bu yıl da İspanya'nın Pamplona kentinde her yıl yapılan San Fermin Festivali başladı dün. 14 Temmuz gecesi sona erecek festivalde boğalar, sekiz gün boyunca her sabah saat 08.00’de 825 metrelik yolda insanlarla birlikte koşacak yine.
İspanya Hükümeti’ne yapılan sayısız başvurulara rağmen, İspanya “boğa güreşleri”nin bir gelenek olduğunu mazeret olarak ileri sürse de gerçek sebebin İspanyol turizmi olduğu çok açık. Zira İspanya’daki boğa güreşleri her yıl dünya medyasında birçok habere konu oluyor ve böylelikle İspanyol turizmi para ödemeden bedava reklam yapıyor. Turist çekmek adına birçok şehir ve kasabalar boğa güreşi festivalleri düzenliyor.

Bir canlının kızdırılarak, acı çektirilerek ve dakikalar boyu şişlerle delik deşik edilerek öldürülmesinde nasıl bir eğlendirici yan olabilir? Yanıt insan ruhunun karanlık yanında saklanan acımasızlıkta olsa gerek.
İnsanlığın tek ihtiyacı birazcık utanç duygusu. Sadece utanç duygusu.

6 Temmuz 2009

DİNK DAVASI İKİ YAŞINDA: SORULAR CEVAPLANMADI, SORUMLULAR CEZALANDIRILMADI, AİLESİNİN VE HRANT'IN DOSTLARININ ACISI HALA DİNMEDİ



AGOS Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni, sevgili kardeşimiz Hrant Dink suikastıyla ilgili yargı süreci bugün tam ikinci yılını dolduruyor. Bugüne kadar gelinen süreçte davanın önemli bir ayağı olan, belki de en önemli ayağı olan devlet görevlileri ayağında şimdiye kadar bir yol alındığı ne yazık ki söylenemez.

Dink’in öldürüleceği ihbarının resmen alındığı, buna karşın cinayetin önlenmediği, birçok noktada gerek polisin gerek jandarmanın ihmalleri olduğu ortaya çıkmıştı. Ancak bu sorumluların yargılanması konusunda yargı hiçbirşey yapmamakta ısrar ediyor. Son olarak Dink ailesi Türkiye’de iç hukuk yolunun tükendiği noktada dosyayı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) götürdü. Dink ailesi avukatlarının açıklamasına göre bugüne kadar dört dosya AİHM’ye gitti. Mahkeme de bu davaları kabul etti ve Türkiye hükümetine sorular yönelterek, bunların Kasıma kadar cevaplanması için süre verdi. Olayın birkaç boyutu var;

Birincisi Trabzon Emniyeti: Savcılık Trabzon polisi hakkında kovuşturmaya gerek olmadığına karar verdi. Dink ailesinin buna yaptığı itirazı reddedildi. Trabzon Valiliği de aralarında İstihbarat Daire Başkanı Ramazan Akyürek’in de bulunduğu yedi polis hakkında soruşturma izni vermedi. Dink ailesinin bu karara itirazı da reddedildi. Aile AİHM’ye başvurdu.

İkincisi Trabzon Jandarması: Trabzon İl İdare Kurulu yalnızca astsubaylar Okan Şimşek ve Veysel Şahin için soruşturma izni verdi. Dink ailesi, diğer görevlilerle ilgili soruşturmaya gerek görülmemesine itiraz etti. Bu itiraz reddedildi. Aile AİHM’ye başvurdu. Şimşek ve Şahin’le ilgili olaraksa Trabzon 2.Sulh Ceza Mahkemesi’nde açılan dava sürüyor. İki sanığın ifadeleri doğrultusunda dönemin jandarma alay komutanı Ali Öz ve diğer görevlilerle ilgili, hem mahkeme hem aile suç duyurusunda bulundu. Albay Ali Öz ve diğer beş görevli hakkında ‘görevi ihmal’den dava açıldı. İki dava birleştirildi.

Samsun Emniyeti ve Jandarma: Çay ocağında Ogün Samast’la resim çekilmesiyle ilgili başlatılan Samsun Savcılığı’nca soruşturma sonucu yalnızca polisler Metin Balta ve İbrahim Fırat hakkında dava açıldı. Dink ailesi, diğer polis ve jandarma görevlileri hakkındaki takipsizlik kararına itiraz etti. Ancak reddedildi. AİHM’ye başvuruldu. Bu arada Samsun 4. Asliye Ceza Mahkemesi’ndeki yargılamada da iki polis beraat etti.

Veee İstanbul Emniyeti: Sadece dönemin İstihbarat Şube Müdürü Ahmet İlhan Güler için soruşturma izni verildi. Dink ailesi karar diğer görevlileri kapsamadığı için itiraz etti. Güler’le birlikte yedi polis hakkında daha soruşturma izni verildi ancak Cerrah yine soruşturma dışında tutuldu. Dink ailesi itiraz etti. Mahkeme kabul etmedi. Aile AİHM’ye başvurdu. Cerrah’la ilgili Fatih Savcılığı’nca yürütülen soruşturmadan da sonuç çıkmadı: ‘Kovuşturmaya yer yok’ denildi. Ailenin itirazı yine reddedildi.


Foto: Radikal Gazetesi internet sitesinden


2 Temmuz 2009

5 DAKİKALIK ATEŞLİ BİR SEVİŞME TÜRK ÖRF VE ADETLERİNE AYKIRI MIDIR?


Aşk-ı Memnu, 5 dakikalık sevişme sahnesiyle reyting rekoru kırarken, dizinin sezon finali Alo RTÜK'te aziz halkımızın şikayetlerine konu oldu ve RTÜK de Kanal D ve diziye ceza verilmesine karar verdi.


Türkiye'de ailelerin çay çekirdek eşliğinde, çoluk çombalak televizyon karşısına yerleştiği saatlerde yayınlanan ve tüm bir akşam boyu süren bu dizide, muhafazakar toplumumuzu rahatsız eden ise sevişmenin uzunluğu ve ateşliliği olmuş edilen şikayetlere göre. Okuyunca haberi hiç de şaşırmadım. Muhafazakarlık içinde ikiyüzlülüğü barındıran bir kavramdır. Türk toplumunda da her tutucu toplum gibi bu ikiyüzlülülük halinden bolca mevcuttur.


Aynı toplum, entrikalar, ayak kaydırmalar, kazıklamalar, kafasına sıkmalarla dolu dizileri izlerken hiç rahatsız olmaz. Adanalı dizisinde başroldeki şahıs, her bölümde birilerini döverken, Yemekteyiz programında insanlar birbirlerine akıl almaz şekilde aşağılayarak saldırırken hiç rahatsız olmazlar. Bir yarışma programında genç kızlar karşılarında erkekler tarafından aşağılanırken, erkek egemen ideoloji sürekli yeni baştan üretilirken de.


Bu toplumun, utanma ve sıkılma duygularını sadece bir çiftin aşk yapma sahnelerinde mi harekete geçiyor? Eleştiriler arasında en hoş olanı da “Toplumsal değerler göz ardı edilerek utanma ve sıkılma duygularını harekete geçirmiştir”. İnsan merak ediyor, Türk örf ve adetlerine göre, sevişme süresi ve ateşlilik seviyesi ne düzeyde olmalıdır? Bu konuda din adamları ve üniversite hocalarımız toplanarak en kısa sürede akademik bir çalışma yapmalıdırlar. Türk Tarih Kurumu mümkünse bu konuda Türklerin kahramanlıklar dolu tarihinden ve Cüneyt Arkın’ın Bizanslı kadınlarla birlikte olduğu eski Türk filmlerinden önermeler çıkarmalıdır? Yoksa bu bizi değerlerimizden uzaklaştırmak isteyen, ülkemizi bölmek isteyen dış mihrakların ve onların içerideki işbirlikçilerinin toplumumuz üstünde oynadığı bir oyun mudur?

1 Temmuz 2009

GAZETECİ BÖLÜĞÜÜ...AYAĞA KALKILACAKKK. KALKKK



Gittiğim basın toplantılarında, konferanslarda özellikle dikkat ederim. Başbakanın, Cumhurbaşkanın, Bakanların, eski Cumhurbaşkanı veya Başbakanların ve de Komutanların düzenlediği veya konuşmacı olarak yer aldığı toplantılardaki gazetecilerin halet-i ruhiyelerini ve içine büründükleri psikoloji ve ruh hallerini.



Örneğin ekonomi ile ilgili bir basın toplantısı vardır. Bir bakan da davetlidir. Bakanın salona girmesiyle birlikte birden herşey kesilir. Ön sırada bulanan kurmaylar, dernek başkanları, sanayi odası başkanları..vb hemen ayağa kalkarlar. Ön sıralarda bir domino etkisi hissedilir. İşte o anlarda bakarım hep, basın tarafında da ayağa kalkanlar olur mu diye? Ve olur.


Sözkonusu Cumhurbaşkanı ve Başbakan ise ayağa kalkanların sayısı artar, tüm salonu kaplar. Ve yine ayağa kalkan gazeteciler olur.


Ama eğer sözkonusu bir komutan ise hele bir de Genelkurmay Başkanı ise. O zaman dünya durur adeta. Artık sık sık basının karşısına çıkan (tabii bu sözkonusu basına Taraf, Birgün gibi gazeteler hiçbir zaman eklenemez, onlar yasaklıdır) Genelkurmay Başkanı’nın toplantıları. Çağırılan gazeteciler arasında orduya yakın duran gazetelerin yazarları komutan girer girmez salona ayaktadırlar. Daha liberal taraftaki yazarlar ayağa kalkmazlar ama bir garip bir tuhaf hissederler kendilerini. Acaba kalksak mı, mimlendik mi yoksa diye etrafa telaşlı telaşlı bakarlar.



Son toplantı da bunun örneği oldu. Genelkurmay Başkanı’nın arkasına 36 generali alarak düzenlemiş olduğu basın toplantısı, yıllardır görmeye alıştığımız basın toplantılarından biriydi. Yine hiç şaşırtıcı olmayan şekilde, onların karşışında adeta süt dökmüş kedi gibi oturan gazeteciler vardı. Genelkurmay Başkanı’nın parmağını sallayarak, kelimeleri heceleyerek, tehditkâr bir üslupla verdiği cevaplara karşı, gazetecilerin korkusu, çekincesi yüzlerinden okunuyordu adeta.



Gazetecilik korkusuz olmayı gerektirir. Cesur olmayı. Hiçbir kuruma yakın olmamayı, her kurma belirli bir mesafede olmayı. Gazeteci bir bakan bir başbakan geldiğinde ayağa kalkmak zorunda değildir, bir komutanın karşısında hazırolda durmak zorunda da değildir. Ama Türkiye basınında ne yazık ki bu gazetecilerden o kadar çok var ki. Türkiye’de gazeteciliğin gün be gün ölüşüne, can çekişmesine seyirci kalanlar ve de bunun en büyük sorumluları arasında yer alanlar.