31 Aralık 2008

2008: İYİSİ AZ KÖTÜSÜ ÇOKTU,2009: HERŞEYE RAĞMEN UMUT ETMEK İSTİYORUM



2008’in son günü yazıyorum bu yazıyı. Biraz once televizyonda Skytürk’de dünyada yılın akılda kalan, gündemde kalan olaylarını izledim, bir yıla bunca olayın sığması, bunca kavganın, bunca savaşın, bunca skandalın, bunca acının, insanın moraliniz bozuyor, insanlığın vardığı nokta isyan ettiriyor. Dökülen bunca kanın kan karmızısı bir gezegene döndürmesi dünyayı. Güneşin her gün biraz daha eksilmesi göklerden.
İyi olan şeyler de oldu tabii yıl boyunca, değişen veya değişimi müjdeleyen olaylar yolumuzu aydınlattı ama kötüler bu yıl ne yazık iyi olaylara ağır bastı oldukça dünya çapında,aynı şekilde Türkiye’de de.

Önceliği iyilere verelim, hemen bozmalayım moralimizi di mi? Türkiye için geçen yılın en önemli ve olumlu gelişmesi bence Ergenekon davasının açılması oldu. Belki artık gündemden düştü veya özellikle iş sulandırılıp ciddiyetinden uzaklaştırılmaya çalışıldı ama darbe sevdalılarının, kendilerinden hiçbir zaman hesap sorulamayacağı düşünülen karanlık güçlerin, farklı her görüşü vatan hainliğiyle eşgören isimlerin gözaltına alınması, tutuklanması bir umut ışığı idi demokrasi için. Devlet içindeki derin yapılanmanın deşifre edilmesi için bu dava çok önemlidir. 2009’da umarız davada sonuna kadar gidilecek, Türkiye tarihinin karanlık noktaları bir bir aydınlanacaktır. Türkiye artık darbecileriyle hesaplaşmalıdır.
Davanın en büyük şanssızlığı ise sahte demokratlığını bu yıl sürekli olarak kanıtlayan AKP iktidarı döneminde olması oldu. Bu samimiyetini sorgulattı davanın. Ulusalcı güçlerin bunun bir komplo olduğu iddialarına taraftar bulmasını sağladı. AKP’nin kapatılmaması ülke için iyi oldu, böyle bir kararda AKP daha da güçlenecekti çünkü ve siyasal islamla mücadelenin sadece parti kapatmayla yapılabileceğini sanan çevrelere ders oldu bu karar.

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, milli maç vesilesiyle Ermenistan’a gitti. İlk kez bir Cumhurbaşkanı böyle bir ziyarette bulunmuş, kangren haline gelmiş bir sorunun çözülebilmesi amacıyla cesur bir ataktı bu. Yılın son ayında ise ‘Ermeni tehciri’nin acı sonuçları için esasında bireysel bir özür niteliği taşıyan imza kampanyası başlatıldı. Resmi tarihin sorgulanması açısından yeni ve ufuk açıcı bir gelişmeydi. Ama bu kampanyaya verilen tepkilerle, farklı düşünenlerin çok iyi bildiği o toplumsal linç ortamı da hemen gelişti. Hrant Dink’in bir sözcüğünü anlamayıp onu hedef gösterenler, bu kez özür metnini okuyamıyorlardı, orda ne yazdığını anlayamıyorlardı. Sadece hedef gösteriyorlardı yine, küfür ediyorlardı, aşağılıyorlardı. Bu yıl Ermeni sorununun çözümünün çok uzaklarda olduğunu gösterdi adeta.

Yılın son günlerinde TRT Kürtçe televizyon yayınına başladı. Aynı günlerde DTP milletvekilinin konuşmasında sarfettiği Kürtçe sözler ise Meclis tutanaklarına “bilinmeyen bir dil” diye geçiyordu. Bu toprakların bilinmeyen bir dili, Türkiye’deki milyonlarca Kürt’ün konuştuğu bir dil bilinmeyen bir dil olarak tanımlanıyordu. Herşeye rağmen yine de TRT’nin bu adımı önemli, tabii ordan devlet propagandası yapılmaya başlanırsa ileride tüm bu olumlu adım çöpe atılmış olur.

Kadın ve eşçinsel hakları açısından kötü bir yıldı. Taciz, tecavüz olayları birbirini izledi. Pippa Bacca’nın katledilmesi Gebze’de, bir utancı olarak geçti tarihine bu ülkenin.

Başbakan Erdoğan medyayla arasını iyice bozdu. Demokrat maskesi düşüverdi, zaten hiç yüzüne uymamıştı. Medya ise her zamanki gibi kötü bir sınav verdi. Taraf ve Birgün gazetelerinin verdiği mücadele medya açısından önemliydi, hem hayatta kalma mücadeleleri, hem de saklanan gerçekleri ortaya çıkarmaktaki çaba ve başarıları. Sorgulayıcı bakış açıları.

İşkence ve kötü muamele tırmanışa geçti. Polis kurşunlarıyla çok sayıda insan yaşamını yitirdi. Cezaevlerinde baskı devam etti. Bir 1 Mayıs daha polis ve devlet şiddetiyle kutlanamadı.

Yılın günlerinde İsrail’in Gazze’ye yaptığı bombardıman yeni yıla dair umutlarımızı biraz azalttı ne yazık ki. Acılar içinde giriyoruz yeni yıla.

Umudumu korumak istiyorum herşeye rağmen, bu ülkede az olduğumuzu ve hep az olacağımızı hissetmenin umutsuzluğunu yenmeye çalışarak, barışın savaşa ağır basacağı, özgürlüklerin geliştiği, demokratik açılımların sürdüğü, halkların kardeşliğinin karşısında duranların yenilgilere uğrayacağı bir yıl diliyorum, böyle bir yılı yaşamayı dilemek istiyorum.



foto: http://www.artwalks.org/ sitesinden

24 Aralık 2008

BİLİŞİM EMEKÇİLERİNİN SENDİKA MÜCADELESİ SÜRÜYOR







Bilişim sektörü tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de daha çok eğitimli, nitelikli, birden fazla yabancı dili iyi konuşan bir çalışan profiline sahiptir. Bu sektörde çalışanlar, esnek çalışma koşullarının etkisiyle uzun yıllar örgütsüz, sendikadan bihaber yaşadılar. Aldıkları maaşlar, yaşam koşullarının görece iyiliği, öğlen yemeklerini her gün plazanın veya alışveriş merkezinin altındaki lüks restoranlarda yemeleri, akşamları kahvesini kahve shop’larında yudumlaması, yurtdışı seyahatları, sürekli gelişen büyüyen işler, alınan ünvanlar. Bunların sarhoşluğu içinde geçen yıllar. Bu beyaz yakalı çalışanların gözlerinin önüne tüketim güçlerinin kalın perdesi inmişti. Ama herşey göründüğü gibi değildi esasında.

Bilişim sektöründeki iş gücü açığı ve bununla bağıntılı olarak sektör çalışanlarının görece yüksek ücretleri, sendika sözcüğünün bile duyulmadığı ya da duyulduğunda alay edildiği, soğuk bir tebessümle karşılandığı iş ortamları yaratmıştı. Ancak son yıllarda, özellikle de son kriz döneminde düşme eğilimi içine giren ücretler, giderek artan işsizlik, bazı soruları beraberinde getirdi sektörde. "Bizim neden sendikamız yok?", "Nasıl sendikalaşabiliriz?", "İşten atılırsak çaresiz mi kalacağız?" türünden sorular dillendirilmeye başladı. Sendikalaşma fikri gündeme geldi.

Sorun sadece düşen ücretler de değildi, insanca yaşam sınırını bir hayli aşan ek mesailer, ödenmeyen/geç ödenen ücretler, stres çalışanlar arasında büyük bir huzursuzluk kaynağı oldu. Tabii halen sektörün genelinde böyle bir bilincin oluştuğunu söylemek zor ama sendikalaşma mücadelesi sektörde adını her geçen gün daha çok duyuruyor.
Bu bağlamda, www.bilisimsendikasi.org adlı site kurulmuştu. Site, genel olarak bilişim çalışanları sendikası ile ilgili değil, kendisini IBM Türk çalışanlarının bir örgütlenmesi olarak ifade ediyor. Sitede, “"Sendikal örgütlenmemizi engellemek ve toplu sözleşme yapma hakkımızı geciktirmek için çalışanların isteğini hiçe sayan IBM Türk yönetiminin bu davranışını Türk halkına şikayet ediyor, kınıyor ve protesto ediyoruz” deniyor.
IBM Türk şirketi çalışanlarının mücadelesi yeni başlamış değil. Çalışanlar Second Life adlı internet sitesinde, Türkiye'nin ilk sanal gösterisini gerçekleştirmişti. Beş yıldır maaş zammı alamayan, çoğunluğu mühendis olan bilişim şirketi çalışanları, Eylül 2007'de İtalya'daki IBM çalışanları tarafından gerçekleştirilen ve başarıya ulaşan sanal eylemin benzerini tekrarladılar. İlk eylemi Secondlife.com'da sanal kimlikleriyle gerçekleştiren şirket çalışanları, 'IBM sendika hakkımızı istiyoruz' yazan tişörtler giyip, afişler taşıdı. IBM Türk çalışanları 1980 öncesinde kurdukları Bil-İş adlı sendika ile alanlarında ilk toplu sözleşmeyi yapmıştı. 1980 sonrası yetkisi elinden alınmıştı sendikanın. Maaşlarının sektör ortalamalarının üzerinde olduğu iddiasıyla beş yıldır zam alamayan IBM Türk çalışanları ise şirket yönetimiyle görüşmeleri sonuç vermeyince son çare olarak Tez Koop-İş sendikasına üye olmuştu.
IBM Türk’ün yaşanan mali krizi bahane ederek üç çalışanının işine son vermesi, plaza eylemlerini başlattı. Yazılı bir açıklamayla işten atılan üç işçinin sendika üyesi olduklarına dikkat çeken Ticaret, Kooperatif, Eğitim, Büro ve Güzel Sanatlar İşçileri Sendikası (Tez-Koop-İş) üyeleri plaza eylemlerini başlattı. Sendikal faaliyetleri engellenmek isteyen bilişim çalışanları ilk eylemini 3 Aralık Çarşamba günü IBM’in Levent’teki binasının önünde yaptı. Sendika, 400’e yakın IBM Türk çalışanının yüzde 80’inin üyelik işlemlerini tamamlayarak toplu iş sözleşmesi yetkisi için bakanlığa başvurdu, ancak IBM yönetiminin itirazıyla karşılaştı. IBM Türk "toplu sözleşme için yeter sayıya ulaşılmadığı" ve çalışanlarının “Büro iş kolunda olmadığı" gerekçesiyle konuyu yargıya taşıdı. Tez-Koop-İş itirazın yetki tescilini geciktirmekten başka bir amacı olmadığını düşünüyor.

Eylemlerinin üçüncüsü 24 Aralık’ta Yapı Kredi Plaza önünde gerçekleştirildi. Eyleme Tez-Koop-İş, Bank-Sen ve Elektrik Mühendisleri Odası destek verdi. Eylemde bir konuşma yapan Tez Koop İş Genel Örgütlenme Sekreteri Osman Gürsu, IBM ‘de başlatılan sendikal örgütlenme mücadelesinin tüm bilişim sektöründe dalga dalga yaygınlaşması gerektiğini söyledi. Gürsu, “Beyaz yakalılara dayatılan düşük ücret ve ağır çalışma koşullarına karşı örgütlenmekten başka seçenek yok. Ekonomik kriz ortamında AKP hükümeti yalnızca patronları korumayı ve kollamayı sürdürüyor. Bugüne kadar sendikal örgütlülüğün önüne konulan engellerle güvenli bir gelecek ve güvenceli işten yoksun bırakılan farklı işkollarına ve sektörlere mensup çalışanlar, sorumlusu olmadıkları krizin bedelini ağır biçimlerde ödemeye başladılar. Bu gidişe dur demek için üçüncü defa IBM önündeyiz. Sendikal örgütlülük içim başlattıkları süreçte işten çıkarılan üç sendika temsilcisinin işe iadesini istiyoruz. IBM yönetimi sendikaya yani güvenli bir çalışma hayatını itirazını çekmelidir. Krizi biz yaratmadık, faturasını biz ödemeyeceğiz” dedi.
Eylemler sonuç alınıncaya dek her hafta Yapı Kredi Plaza'nın önünde tekrar edilecek.
Geniş bilgi için : http://www.bilisimsendikasi.org/

19 Aralık 2008

1915-1955-2008...BİR HUZUR VE VİCDAN MESELESİ


-Trabzonsporlu taraftarlar hakem kararlarından dolayı Türkiye Futbol Federasyonu (TFF) ve Merkez Hakem Kurulu’nu protesto ederek, TFF binasına siyah çelenk bıraktı. Trabzonsporlu taraftarlar protesto sırasında "Şampiyon olmamız engellenemez", "Oğuz Sarvan istifa" ve de "Ermeni Oğuz’a Trabzon’da soykırım" şeklinde sloganlar attılar. Pankartlarının altında, "Yasinlerle çıktık yola, Ogünler çok yakında" yazısı vardı.

- CHP Milletvekili Canan Arıtman şöyle konuştu: “Buna imza atmak aymazlık değilse vatan hainliğidir. Sözde kendini aydın sayanlar Türkiye’den özür dilemelidir. Gül’ün bu kampanyayı desteklediği görülüyor. Gül, cumhurun, yani Türk milletinin cumhurbaşkanlığını yapsın, etnik kökeninin değil. Gül’ün anne tarafının etnik kökenini araştırın, görürsünüz.”

- Başbakan Recep Tayyip Erdoğan (tabii ki yine her zamanki sinirli mi sinirli üslub(suzluğ)uyla: “Özür diliyorlar, demek ki onlar soykırım yapmışlar”

Türkiye toplumu polemikleri, tartışmaları gerçekten çok seviyor. Bu polemiklerde tartşımalarda kavgalarda atışmalarda kendini öylesine saf bir halde gösteriyor ki, içlerinde ne varsa döküyorlar. Yukarıdaki alıntılar son bir haftada yapılan açıklamalar. Bir grup değerli aydının öncü olduğu “Özür diliyorum” kampanyası her türlü hassasiyetlerini doya doya yaşayan siyasetçilerimizi, yazarlarımızı, (onların deyimiyle) gerçek aydınlarımızı harekete geçirdi. Öfke dolu, tepki dolu, tehdit dolu mesajlar birbirini izledi. Ve en önemlisi ve de acısı ırkçılık yüzünü gösterdi, kafatasçılık ayyuka çıktı yine.

Başbakanımız şöyle buyurmuş: “Böyle konulara girip rahatımızı kaçırmayın”. Herşeyden anladığımızın farklı olduğu gibi huzurdan da anladığımız meğer farklıymış sayın Başbakan’dan. Hiç konuşulmayanın, sorgulanmayanın, eleştirilmeyenin, böyle gelmiş böyle gitmişçiliğin huzuru değildir bizim huzurumuz, bizler huzuru araştırmada, eleştirmede, sorgulamada, sormada, cevapları aramada, gerçekten bilmede buluruz en çok. Konuşmak için bilmek gerekir, araştırmak, tek taraflı değil çift veya daha çok taraflı okumak, sorgulamak ve eleştirmek gerekir. Bunu yapmayanların karşındaki karşı tek silahı saldırmak olur, ona çamur atmak olur (bkz. Melih Gökçek).
Ermeni tehciri ve sonrası yaşananlar konusunda bu bir haftada yapılan tartışmalarda da yaygın faaliyet bu konuda resmi savunma dışında bir şeyler söyleyenlerin hainlikle suçlanması oldu. Suçlayanların büyük çoğunluğunun konuyla ilgili olarak bir iki klişe cümlenin ötesinde bir bilgi sahibi olmadıkları, iddia ettikleri bilgilerin nasıl da yanlış ve tutarsız olduğu görüldü yine.

Onların iddiası kısaca şöyle: Benim atalarım yanlış bir şey yapmış olamaz. Her milletin tarihinde kara dönemler olabilir ama benimkin de olamaz, benim tarihim yalnız şan ve şerefle doludur.
Oysa ki her ulusun ama istisnasız her ulusun tarihinde kötü şeyler de vardır. Bizim tarihimizde, hem de çok yakın tarihimizde Kahramanmaraş, Çorum, Sivas, 6-7 Eylül olayları, Varlık Vergisi..vb gibi olaylar vardı. Yalan bir huzur isteyenler bunların bilinmesini istemezler ama üstünün kapatılması için herşeyi yaparlar ve çokça da başarıya ulaşırlar, bu konuda en büyük yardımcısı görmezden gelebilmeyi ustaca beceren toplumdur.

Tayyip Erdoğan’ın dediklerinin kısaca tercümesi şudur: “Sen vatandaşsın sen tarihi öğrenmeye, bilmeye kalkıyorsun, yanlış yapıyorsun, sen devlet büyüklerinin sana söylediği kadarını bilmek dışında bir şey yapamazsın. Araştıramazsın, öğrenmeye kalkamazsın, kalkarsan, huzur kaçırırsın.” Bunun bir sonraki adımı “Ya sev ya Terket”tir.

Canan Arıtman’ın ise söylediklerini tartışmayı bile utanç verici buluyorum. Ama korkutucu olan, bu ülkede milyonlarca Canan Arıtman’ın varlığıdır. Arıtman, bir kadının sadece başının açık olmasıyla çağdaş olamayacağının Tansu Çiller ile birlikte en büyük kanıtıdır.

Onlar için huzur kimsenin konuşmaması, kimsenin düşünmemesi, resmi olanlar dışında bilgi sahibi olmaya kalkışmamasıdır. Bizim huzurdan anladığımız ise bu değildir. Unutulmasın, yalan huzurlar içinde toplumu yönettiklerini zannedenlerin hepsi de tarihin derinliklerinde kaybolup gitmiştir. Herkes tabii istediği huzuru seçebilir, bizim vicdanlarımızın sesinin doğrultusunda seçtiğimiz huzur arayışına ise kimsenin karışmaya hakkı yoktur.

1915 yılında Osmanlı’daki Ermeni yurttaşları topluca sürgüne yollayan, yolda on binlercesinin ölümüne, hastalanmasına neden olan, sürgün yollarında saldırılara uğramasının altyapısını hazırlayanlar o dönemde Osmanlı İmparatorluğu’nun yönetiminde olan İttihat ve Terakki’nin yöneticileridir. Bu yöneticilerin ideolojileri Turancılıktır. Avrupa’daki aşırı milliyetçi ve ırkçı hareketlere, rejimlere hayranlıkları vardır.

Çok değil 40 yıl sonra 6-7 Eylül 1955 tarihinde bir yalan haber üreterek bu ülkenin Hıristiyan yurttaşlarının İstanbul’da dükkânlarını yağmalanmış, kiliseler basıp papazları linç edilmiş, birçok Türkiye Rum’u bu ülkeden kaçmakta bulmuşlardır çareyi. Çok değil 40 yıl sonra. Tarihimiz farklı düşünenlere, azınlıklara, farklı olanlara reva görülenler açısından yüzleşilmesi gereken acı örneklerle doludur. Demokratik bir devlet ise kendi geçmişini ve hatalarını da masaya yatıran devlettir.

Bu açıdan ben “Özür diliyorum” bildirisini bu ülkede ‘hep biz haklıydık’, ‘biz masumuz, hep onlar yaptı, yapıyor” diyen ve devletin her yaptığını kayıtsız şartsız doğruymuş gibi savunan tutuma bir karşı çıkış, isyan ve bir ezber bozma olduğunu düşünerek destekliyorum. Yüzleşme, demokratikleşme için bir başlangıç adımıdır.

15 Aralık 2008

"SONO İNNOCENTE!"*




15 Nisan 1920'de, ABD’de Boston’un 'un banliyölerinden birinin ana caddesinde bir soygun sırasında iki kişi öldürülür. Bu iki kişinin öldürülmesiyle başlayan yargılama süreç, dünya hukuk ve anarşizm tarihine iki İtalyan'ın adını kazır adeta. Bu iki isim; Nikola Sacco ve Bartolemeo Vanzetti’dir.

Dönem, Birinci Dünya Savaşı'nın sona erdiği ama ekonomik ve siyasi krizin etkisinin savaştan sonra da derinden hissedildiği dönemlerdir. Bir ayakkabı firmasının muhasebecisi ve bu kişinin koruması, işçilerin ücretlerinin bulunduğu zırhlı kasayı naklederken saldırıya uğrar ve ölürler. Saldırı sırasında kullanılan çalıntı arabanın izini süren komiser, poliste kaydı bulunan İtalyanlar'ın olaya karıştığı bilgisini edinir. Bu yaşananların üzerine bir otomobil tamircisi, işyerine iki İtalyan'ın geldiğini bildirir. Teşhis edilen kişileri elinden kaçıran komiser, bunun üzerine ihbar edilen iki adamı tutuklar. İkisi de yabancıdır ve silahlıdır. Üstlerinde anarşist bir bildiri bulunur. İşte o iki isim Saccoı ve Vanzetti’dir.
İlk sorgulamayı yapan sorgu yargıcı, Sacco'nun South Braintree olayına karıştığına hemen kanaat getiriverir nasıl olduysa. İki adam masum olduklarını haykırırlar sürekli. Teşhis için tanıkların karşısına çıkarılırlar. Vanzetti daha önce başka bir davadan hapis cezası almıştır. Noel'deki Bridgewater Soygunu'nun sanığı olan tanıklar onu resmen teşhis etmiştir. Vanzetti bu birinci dava yüzünden diğer mahkemeyi tutuklulara ayrılan bir kafesten izler. 31 Mayis 1921'de Dedham’da County şerifinin "hear ye! hear ye! god save the commonwealth of massachusetts!" nidasıyla baslayacak davanin 20. yuzyilin en cok tartisilacak davalarindan biri olacagindan o anda salonda olan herkes bihaberdi şüphesiz. 1921 Ağustos'unda Dedham'daki mahkemede bu kez Sacco ve Vanzetti'nin idama mahkûm edildiği duyurulur.
Sacco ile Vanzetti’nin adalet arayışı yıllar sürer. Bu süre içinde başka bir suçtan hapis yatan, Celestino Madeiras, soygunu ve cinayetleri Joe Morelli çetesiyle birlikte işlediğini itiraf eder. Sacco ile Vanzetti’nin yargılanması ise artık bir soygun davası olmaktan çıkmış, onların siyasi kimliği üzerinden yürümeye başlamıştır. Sacco ile Vanzetti işte bu görüşleri yüzünden Amerikan hukuk sisteminin kurbanı olurlar.
Sacco ve Vanzetti işçi grevlerinde ve politik yuruyuslerde her zaman ön saflarda bulunan iki anarsisttir. Sacco, Amerika’da çeşitli işlerde çalıştıktan sonra kunduracı olur ve evlenir. Ayrıca anarşist bir militandır. Hapishaneyi ölümden daha korkunç bulan sacco, akli dengesini kaybeder. defalarca intihara teşebbüs eder. Vanzetti ise kendileriyle dayanışan insanlarla mektuplaşır, öğrenme sürecini ise hapishanede de olsa kesintisiz sürdürür. "Bir proleterin hayat hikâyesi" adını verdiği çocukluk anılarını kaleme alır.

Mahkemeleri boyunca dünyanın dört bir tarafında adalet için ve bu iki masum insanın kurtarılması için kampanyalar düzenlenir, sonuç alınamaz. Bertrand Russell'dan Bernard Shaw'a birçok aydın onlar için mücadele eder. Nazım Hikmet ise onlar için şu dizeleri yazar;

onların cebinde fırkamızın bileti yoktu onlar,
kurtuluşun kapısına varmayı,
ferdin cesur hamlelerinden uman iki saf ve namuslu çocuktu!
ne milyonların rehberiydi onlar,
ne de inzibatlı bir devrim ordusunun askeri!
devrimin sıra neferiydi onlar,
devrimin namuslu neferi. yanıyordu kanlarında şavkı italya güneşlerinin
koştular temiz esmer alınlarla hayatın sesine dövüştüler
yanında dövüşen kardeşlerinin yeni dünyaya düştüler
eski zulmün pençesine! yedi yıl ölümün karşısında
gülerek durdular elektrikli iskemleye
kadife bir koltukmuş gibi oturdular
yürekleri dört bin volta yedi dakika dayandı
yandı yürekleri yedi dakika yandı cani değildiler,
kurban gittiler bir cinayete kurban gittiler
dolarların emrindeki adalete!
hayatlarında olmadılarsa da kitlelerin rehberi,
ölümleriyle şaha kaldırdı kitleleri
bu iki ihtilal neferi!

Ennio Morricone'un müziğine, Joan Baez'in yazdığı şarkının son dizeleri ise oldukça etkileyicidir;
forgive me all
who are my friends
i am with you
i beg of you, do not cry

23 Ağustos 1927 günü idam edilen Sacco'nun son cumlesi, "Yaşasın Anarşizm! Elveda karicigim, cocuklarım ve arkadaslarım" olur. Kayda gecen infaz anı kelimesiyse en insani, en saf yardim çagrısıdır; "Mama!".
Sacco ile Vanzetti davası, tarihin simgeleşmiş, politik davalarından biridir. Etkisi halen sürmektedir, halen yol göstericidir tüm dünyada adalet mücadelesinde. Ve son çığlıkları ölüme giderken Sacco ve Vanzetti’nin, hala faşistlerin kulaklarında çınlamakta ve onları korkutmaktadır:

“Yaşasın Anarşizm”
* "hepimiz masumuz"

14 Aralık 2008

GEÇMİŞİYLE VE DARBECİLERİYLE HESAPLAŞAN YUNANİSTAN’DA İSYAN GELENEĞİ YİNE SOKAKLARDA







Yunanistan'da 16. yaşındaki Alexandros Grigoropoulos'un polis kurşunuyla öldürülmesinin ardından anarşist gruplar tarafından başlatılan isyan halen devam ediyor. Geçtiğimiz hafta ülkedeki kamu çalışanları genel greve giderek Karamanlis hükümetine sertbir uyarı yaptılar.
Komşuda neler oluyor peki, bu Türkiye basınında da çoğu haberde dendiği gibi ekonomik durumdan bunalan gençlerin isyanı mı, anarşistlerin gövde gösterisi mi, yoksa bir isyan geleneğin devamı olarak bir dışavurumu mu bir mücadelenin?

Yunanistan 1967-1974 yılları arası Albaylar Cuntası altında faşizmi en açık ve acı şekliyle yaşamış bir ülkedir. Metaksas diktatörlüğünü, Alman işgalini, üstüne iç savaşı ve yoğun bir anti-komünizm dönemini de yaşamıştır Albaylar Cuntası dönemi öncesi. Ama esasında herşey, Yunanistan’ı bugünlere getiren herşey Albaylar Cuntası dönemindem sonra başlamıştır. Albaylar diktatörlüğünden sonra bir daha böyle bir şey olmaması için kararlılıkla, hem de toplumun geniş kesimlerinin paylaştığı bir kararlılıkla gelecekte Albaylar’ın ve darbe heveslilerinin darbe yapabilmesini önleyecek adımlaratılmış, böyle bir rejimi gelecekte mümkün kılabilecek tüm pislikler temizlenme yoluna gidilmiştir. Bedeller de ödenmiştir demokrasiye geçmek için, demokrasinin ağır bir bedeli vardır ve ona ulaşmak isteyen bunu öder, Yunan halkı da bunu ödemiş ve bunun ödülünü almıştır.

Yunanistan PASOK’un efsanevi sosyal demokrat lideri Papandreu döneminde toplumdaki demokrasi talebinin de rüzgarıyla ordu içinde geniş çaplı tasfiye gerçekleştirildi. 1967-74 döneminin özlemini çeken veya yeni bir müdahalenin hayalini kuran veya siyasetin sivillere bırakılmasını içine sindiremeyen subaylar etkisiz hale getirilmiştir.

Bugün Yunanistan’da gencecik bir anarşistin polis kurşunuyla öldürülmesinin ardından böylesine güçlü ve kararlı bir tepki verebiliyorsa Yunan toplumu, bunun birinci nedeni Yunanistan’ın geçmişindeki anti-demokratik tüm kurum, oluşum ve kişilerle hesaplaşabilmesidir.

İkinci neden ise kanımca Yunanistan’daki güçlü anarşist gelenek. Yunansitan’da anarşist hareketler hep çok güçlü olagelmiş, 1 Mayıs’tan grevlere birçok toplumsal olayda anarşist gruplar ön saflardadır. İnternette uzun süredir takip ediyorum anarşist Yunan gruplarını, Atina ve Selanik'te yıllardan beri çok ciddi anarşist alternatif hayat pratikleri örgütleyen gruplar var. İşgal evleri geleneği hayata geçiren. Özellikle ırkçılık karşıtı eylemler düzenliyor bu gruplar ve gündeme sık sık geliyorlar. Yunanlı anarşistler pek çok başka yerdeki anarşistler grupların da esin kaynağı olageldi hep. Bu son ayaklanmada da büyük oranda anarşistlerce gerçekleştirildi. Bu gruplar hiçbir zaman (aynen Türkiye’de anarşist gruplar gibi) amaçsız şiddet düşkünü geçnler değiller. Paris'te, Londra'da ve İstanbul'da Yunan konsoloslukları önünde anarşistlerin gerçekleştiği eylemler de bir uluslararası anarşist dayanışmanın göstergesi. Yunanistan’da belki düzeni değiştirecek güce sahip değil anarşist gruplar, ama oradaki sosyal hareketler üzerindeki belirleyici etkisi bulunuyor.
Albaylar Cuntası gibi bir dönemi çok değil 20-25 yıl once yaşamış bir toplumun bugünkü isyan kuvveti takdire şayandır ve Türkiye için de kıskandırıcıdır. Geçmişteki darbecileriyle bir türlü hesaplaşamayan, bugünkü darbecilerini kahramanlaştıran bir topluma ve gençliğe sahip, ırkçı,milliyetçi,şovenist damarı her gün her olaya her farklılığa sürekli kabaran, sorgulamak diye bir kavram lügatında bulunmayan, azınlıklarına yaşam hakkı tanımayan..vb Türkiye için.

7 Aralık 2008

YANYANA GELEMEYECEK İKİ KAVRAM: KURBAN VE BAYRAM



“Din şehîd ister, asûman kurban / Her zaman, her yerde kan, kan, kan!..''
Bu dizeler Tevfik Fikret’in bir şiirinden. Her kurban bayramı aklıma gelen bir şiirdir yıllardır, ilk okuduğumdan beri bu dizeleri.
Her yıl kitle halinde kurbanların kesildiği günler geldi çattı yine. Yine binlerce masum hayvan din adına, inanç adına katledilecek. Milyonlarca insane kurbanı keserek ve kestirerek iç huzura (!) erecek, dini vecibelerini yerine getirecek.

En fanatik AB’cilerimiz, liberallerimiz, muasır medeniyetçilerimiz bile kurban kesmeye ciddi bir karşı koyuş geliştirmeyecek yine, itirazlar sadece kurbanın açıkta ve özellikle çocukların gözü önünde kesilmesiyle sınırlı kalacak. Çocuklara o şiddeti izlettirmek elbette kabul edilemez, ama konu çocuklar o katliamı görmeyince kapanmayacak, canlı türlerine yönelik bu cinayetler örtbas edilmiş olmayacak. Bu bayramda da hiçbirşey değişmeyecek. Bayram ve kurban kavramları yanyana gelecek. Oysa ki;

Kurban ve bayram yanyana gelemeyecek iki sözcüktür.Kurban ile bayramın yanyana gelmesini kimse yadırgamıyor ne yazık ki.

Bayram adıyla bile pozitif çağrışımlar yapan, mutluluk, sevinç, neşe, kardeşlik, dostluk gibi sözcükleri hemen akla getiren bir kavram.

Kurban herhangi bir kimse veya şey için feda edilen, kazada, doğal afette ölen, yahut ihmal,dikkatsizlik veya hatadan dolayı can ve mal kaybına uğrayan insanlar için kullanılır.
Kurban kesmek ise Paleolitik çağdan kalmadır. Totemlerin, tanrıların insan gibi yemek yedikleri var sayıldığından, onlara insan veya hayvan bazen de tahıl, yağ, süt, şarap sunulurdu. Eski Yunan, Roma tapınak ve sunaklarındaki en önemli törenler kurban törenleriydi. Kutsal bakire' veya hayvan kurban etmek en önemli ibadetti.

İslamiyetteki Kurban Bayramı ise İbrani mitolojisine dayanıyor. Kavmin atası İbrahim, oğlu İsmail’i kurban edecekken, tanrı bir koç göndererek İsmail’i kurtarır. Kur’an’da Kevser suresinin ikinci ayetinde Müslümanlara kurban kesmeleri bildirilmiştir. O gün, bugündür Hacca gidenler Mekke’de, gitmeyenlerden durumu elverenler evlerinde kurban keserler. İlkel toplumlardan devralınan gelenek bayramlaştırılarak bunca asırdır sürer gider.
Türkiye’de ise sadece dini vecibe yüzünden değil herşey için kurban kesilir. Siyasi liderleri, devlet büyüklerini karşılama ve uğurlamalar, açılış ve temel atma törenleri, sünnet düğünleri kurban kesme vesileleridir. Bazen bir futbol takımının sezon açılışında tüm sezon iyi geçsin diye kurban kesilir. (Fenerbahçe Başkanı Aziz Yıldırım’ın sıkı bir kurban kestirici olduğu söyleniyor) Kesilen hayvanın kanı alınlara sürülür. Hatta en son güzide bir köyümüzde Obama başkan seçildiğinde tam 44 kurban kestirildiğini okuduğumuzda ağzımız apaçık kalmıştı.
Kurban kesmenin mazareti hazırdır bayramda. Et dağıtılarak fakir fukara doyurulur. Oysa, hayır işleri yapmanın et dağıtmaktan çok daha ciddi ve akılcı yolları vardır, çok da daha medenice yolları, insanca.

Haşa, kimsenin dinine imanına karıştığımız yok, ama sözkonusu canlıların hayatıysa buna müdahale etme hakkımız da var. Dindarlar sevaba girmek istiyorlarsa, kesecekleri kurbanların bedellerini nakit olarak hayır kurumlarına versinler, çocuk giydirsinler, öğrenci okutsunlar veya nakden doğrudan dağıtsınlar. Yeter ki, kurban bayramındaki kan gölü terkedilsin.
Böylesine ilkel geleneğe itiraz hakkımız vardır. Bu dine, inananlara saygısızlık değildir kesinlikle. Kameralara yansıyan görüntülerdeki veya çevrenizde kesilmeyi bekleyen hayvancıkların masum ve mazlum bakışlarına (dilimizdeki kurbanlık koyun gibi bakmak deyimi bundan ileri gelir) bu bayram daha dikkatli bakın, içinizde biraz insanlık varsa o bakışlar belki size birşeyler anlatır.

4 Aralık 2008

ÇAĞRI MERKEZLERİNDE BİR HAYALET DOLAŞIYOR


İki sene önce web sitesi aracılığı ile sesini duyurmaya başlayan ve sıkıntılarını kamuoyuna duyuran çağrı merkezi çalışanları dernekleşti. gercegecagrimerkezi.org sitesini bir süredir takip ediyordum, bu merkezlerde çalışan arkadaşlardan sıkça duyduğumuz sıkıntılar, şikayetler, sorunlar artık çağrı merkezleri çalışanlarını isyan noktasına getirdi. Sitede "Biz Kimiz" bölümünde arkadaşlarımız kendilerini şöyle anlatmışlar: "Bizler çeşitli çağrı merkezlerinde çalışan,sürekli olarak sömürüye, patron ve şef baskısına maruz kalan, performans değerlendirmeleri sonucunda kendimizi yarış atı gibi hisseden insanlarız. Yaptığımız işin bir iş gibi görülmemesinden, yoğun bir tempoda çalışmamıza rağmen yine de doğru düzgün bir hayat yaşayamamamızdan dolayı sıkıntı duyan emekçileriz. Evet biz emekçileriz! “Emekçi”nin elinde İngiliz anahtarıyla devasa makineleri kontrol eden mavi tulumlulardan ibaret olmadığını bilen, hizmet sektörü emekçileri olarak diğer emekçilerle ortak çıkarları olduğunu fark etmiş olan bir topluluğuz. Bizler temiz büro işinin de ne kadar “pis” olabileceğini görmüş olan kişileriz. Rekabetin bizi ne kadar yalnızlaştırdığını, kariyer söyleminin hayatlarımızı daha yaşanabilir kılmak şöyle bir dursun daha da kararttığını gören insanlarız. Artık bu karanlıktan kurtulmak isteyen, kendini haklarını elde etmek için mücadele etmek zorunda hisseden, patronlarla çıkarlarının çeliştiğini fark etmiş olan çağrı merkezi çalışanlarıyız."

Çağrı Merkezleri Çalışanları Derneği'nden Utku Dinç ile bünyesinde çalıştığım BTHaber Gazetesi için konuştum, o röportajı burada da paylaşmak istiyorum sizlerle. Dinç ile sektör çalışanlarının sıkıntılarını, taleplerini ve çözüm önerileri üstüne söyleştik.

Böyle bir oluşuma gitmeye nasıl karar verdiniz, derneğin ve sitenin oluşma sürecini anlatır mısınız?

İş Kanunu tüm çalışma alanını 28 iş koluna ayırmış durumda. Bu iş kolları arasında çağrı merkezi yok. Çağrı merkezi işletmelerinin büyük çoğunluğu telekomünikasyon, bankacılık ve hizmet iş kolunda tanımlanmış alanlarda faaliyette. Bu işkollarındaki işçi örgütlenmelerinin gücü ve etkisi ise zayıf. Güçlü olan işçi örgütleri de çağrı merkezi çalışanlarının sorunlarına ilgisiz. Bu tablodan olumsuz etkilenenler ise çağrı merkezleri çalışanları. Çağrı merkezinde bir süre çalışmış ve ayrılmış arkadaşlar olarak, çalışanların örgütlenmesi gerektiğini tespitle harekete geçtik. İki sene önce web sitemiz ile sesimizi duyurmaya başladık. Sitemiz yayına başladığında çalışanların buluştuğu sanal bir platform yoktu. İki sene boyunca çağrı merkezi işçileri tek bir kanaldan da olsa seslerini aracılığımızla duyurdu ve bir etki alanı oluşturduk. Bu birikim daha kapsamlı bir örgütlenme için cesaret verdi ve dernekleştik.

Çağrı merkezlerinde nasıl bir çalışan profili var, çağrı merkezi çalışanlarını da artık işçi sınıfı içinde tanımlamak sizce doğru olur mu?

Yürürlükte olan 4857 nolu İş Kanununun 2. Maddesi “Bir iş sözleşmesine dayanarak çalışan gerçek kişiye işçi, işçi çalıştıran gerçek veya tüzel kişiye yahut tüzel kişiliği olmayan kurum ve kuruluşlara işveren, işçi ile işveren arasında kurulan ilişkiye iş ilişkisi denir.” diyor. Bu tanım iş kanununda yazıyor. “Çağrı merkezlerinde bir hayalet dolaşıyor” derken atıf yaptığımız Komünist Manifestonun son paragrafındaki işçi tanımı. Orada Marx işçiyi, ‘zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmayanlar’ olarak tanımlamıştı. Biz de şöyle bir tanım yapalım. “İşçi: üretim aygıtlarının mülkiyetinden yoksun bırakılan, hayatını kazanmak için emek gücünü satan insandır.”. Çağrı merkezi çalışanları kuşkuya yer bırakmayacak şekilde işçidirler. Çağrı merkezi çalışanları hem üretim aygıtlarından yoksun ve hayatlarını kazanmak için emek gücünü satan insanlardır, hem bir sözleşmeye dayanarak çalışan gerçek kişilerdir. Hem de zincirlerinden başka kaybedecek hiçbir şeyi olmayanlardır. Çağrı merkezi çalışanları üretim aygıtlarına sahip değil ve ücretli çalışıyorlar. Kötü koşullarda çalışan işçiler olduğunu da biliyoruz.

Bu merkezlerde çalışanlar ne gibi sıkıntılar yaşıyorlar? İçeriden bakınca bu merkezler nasıl yerler?

Bilgi güvenliğinin riske atılmaması, bankacılık işlemi yapmak için alınan özel izinlerin taşeronlaşmaya uyarlanmasında ortaya çıkan problemler, maliyet gibi kriterleri değerlendiren banka yöneticileri, hizmet sektöründeki genel eğilimin aksine çağrı merkezlerini taşeronlaştırmadı. Banka çağrı merkezleri büyük ölçüde bankaların bünyesinde kaldı. Bankaların, çağrı merkezlerini taşerona vermemesi, çağrı alan arkadaşlarımızın banka çalışanlarının kazanılmış haklarından yararlanmasını sağladı. Dolayısıyla taşeronlarda zaman zaman yaşadığımız ücretin ödenmemesi, SSK primlerinin eksik yatırılması gibi sorunlar bankalarda karşımıza çıkmıyor. Bankalarda çalışan arkadaşlarımızın başlıca problemlerini, ağır çalışma koşulları ve örgütlenme özgürlüğünün önündeki engeller oluşturuyor.

Çağrı merkezinde birçok genç de kariyer yapma hevesiyle iş başlıyor? Bu konu hakkındaki yorumlarınız neler?

Kariyer denilen şey işçinin hep işçi kalacağının bilinciyle işini daha iyi koşullarda daha yüksek ücrete satmak için yaptığı stratejik planlama olarak ele alırsak bu karşı çıkılacak veya yok sayılacak bir şey değil. Burada kariyer yalanları diyerek karşı çıktığımız şey, gerçekçi olmayan bir kariyer vaadiyle teslimiyetçi, hakkını bilmeyen ve kullanmayan bir çalışma kültürünün yaratılması. Çağrı merkezi çalışanlarının büyük bir çoğunluğu hayatı boyunca işçi kalacak. Yani geçici bir süre çalışacağı bir çağrı merkezinde ertelediklerini yarın diğer işinde de erteleyecek. Sokaklar, hayatı boyunca onlarca farklı geçici işte çalışan dolayısıyla geçici işin kendisinin kalıcı hale geldiği insanlarla dolu. Sorun iş arama aşamasında başlıyor. İş görüşmesi olumsuz sonuçlanınca, birçok şirket telefon bile açmıyor. İşçi, daha iş ararken dezavantajlı duruma düşüyor. İkinci darbeyi de işe girme koşulu olarak dayatılan ve bir örneği bile verilmeyen anlaşmalarla alıyor. İki sıfır yenik olarak başlanan bir maçta uzun vadeli hedefleri gerçekleştirmek zor.

Anadolu'nun çeşitli yerlerinde de çağrı merkezleri yatırımları var, siz bu konuya nasıl bakıyorsunuz?

Erzurum’a, Diyarbakır’a lokasyon açılırken, yoksulları doyuruyoruza denk düşen bir dilin kullanılması, çalışanlar için rencide edici. Çağrı merkezlerinin büyük bir istihdam yarattığı ve bölgeyi kalkındırdığı söyleniyor, çalışan işçilerin tamamı istihdam edilmiş olarak gösteriliyor. Peki bu işçilerin kaçı tam zamanlı çalışıyor, kaçı gerçek anlamda istihdam oluyor. Bu noktada ciddi bir dezenformasyon var. Kritik bir ikilem; Anadolu’da açılan çağrı merkezleri, yoksul bölgelerde yaşayan insanlara bir parça nefes mi aldıracak, yoksa bizzat yoksulluktan beslendiği için sorunu mu yapısallaştıracak?

Sizin bu sektördeki sıkıntılar için çözüm önerileriniz nelerdir?

Çözüm önerimiz, taşeronda çalışan işçiye karşı bütün sorumluluğun üst-işverende olması. Yani bir çağrı merkezi çalışanı çağrıyı hangi şirket adına karşılıyorsa bütün sorumluluk o şirkette olmalı. Çalışma koşullarına yönelik insani düzenlemeler yapılmalı. Bankacılık, telekomünikasyon ve hizmet iş kolunda örgütlenme yetkisi olan sendikaların, derneğimizin, TTB’nin ve çağrı merkezi şirketlerinin oluşturduğu bir komisyon kuralım. Bu komisyon çağrı merkezlerindeki çalışma koşullarının alt eşiğini belirlesin. Biz komisyon olarak piyasada faaliyet gösteren çağrı merkezlerinin üzerinde onaştığımız bu alt eşiğe uyup uyumadığını denetleyelim. Cep harçlığı değil insanca yaşayacak bir ücret istiyoruz.