25 Şubat 2009

TÜRK FUTBOLUNUN UNUTULMAZ SOL’AÇIĞI: METİN KURT




Türkiye’nin en iyi futbolcusu kimdir derseniz insanın aklına birçok isim gelir. Belki bir çırpıda onlarca aday sayıveririz. Fakat Türkiye’nin gelmiş geçmiş en özel futbolcularından biri kimdir diye sorarsanız, benim aklıma ilk olarak hep Metin Kurt gelir. Peki Galatasaray’da bir dönemin unutulmaz oyuncularından biri olan Metin Kurt’u bu denli özel kılan nedir? Pasları, frikikleri mi, kondisyonu mu, golleri mi, evet belki onlar da var, ama onu esas özel kılan yeşil sahalardaki örgütlülük, hak arama ve devrimci mücadelesidir.

Metin Kurt, Türkiye’de Futbolcular Sendikasını kurmaya calışan, yeşil sahalarda hakkını arama mücadelesini vermiş ilk isim. Geçmişten bugüne sağın egemen olduğu bir arena oldu Türkiye’de futbol. Futbolcular, kulüpler, yönetimler politikacılarla, mafyayla içiçe oldu hep. Milliyetçilik, ırkçılık yeşil sahalarda tekrar tekrar üretildi, belki de en azgın haliyle ortaya çıktı. Tribünler ırkçı, sağcı hezayanların adresi oldu. Dinci tarikatlarla yakın olan futbolcular el üstünde tutuldu, bu ülke futbolu Milli Takım kampında takımla birlikte namaza gitmedi diye dışlanan futbolcuları bile gördü. Kısacası solun çok da esamesinin okunmadığı bir alan oldu Türkiye’de futbol.

Galatasaray Spor Kulübü’nün efsane futbolcularından Metin Kurt, futbolcuların sendikalaşmasının gereğine inanan ve de bu amaç için mücadele etmiş ilk oyuncuydu Türkiye’de. 1948 yılında İstanbul’da dünyaya gelen Kurt, Alibeyköy’de başladığı futbol macerasına Adalet Spor, Altay ve PTT kulüplerinde oynayarak devam etti. Çizgide oynayan Metin Kurt bu mevkideki başarılı futboluyla kısa sürede adını duyurdu ve Galatasaray Spor Kulübü’ne transfer oldu. İngiliz Hoca Brian Birch’in takımın başına geçmesiyle Galatasaray o yıllarda çok başarılı bir dönem geçiriyordu. Metin Kurt da bu dönem kadronun vazgeçilmezlerinden biri olmuştu. Diğer yandan Kurt farklıydı, farkını gösteriyordu futbol dünyasında. Okuyordu, sorguluyordu, tartışıyordu. Meslektaşları gazinolardan çıkmazken o daha çok entellektüel çevrelerin içine girmiş, orada düşünceleri şekillenmeye başlamıştı. Türkiye’de sporcu kimliğini, sporun emek boyutunu da sorguluyordu. Edindiği birikimler ve dönemin ağır şartlarının onda yarattığı bu hoşnutsuzluk Metin Kurt’ un kafasında bir fikir doğuruyordu. Bu “Futbolcular Sendikası” fikri idi. Bir fikir olarak ilk defa ortaya attığında, hem futbolcu arkadaşlarından hem de tribünlerden destek görmüştü. Ama ne zaman bunu hayata geçirmek için adım attı, işte her şey o zaman başlıyordu esas.

Sendikal mücadeleye başlayınca spor hayatı başka bir yöne doğru evrilmişti ya da evriltirmişti. İlk zamanlar ona destek verenler adımları atmaya başlayınca mücaledesinde onu yalnız bırakıyordu. Basın ona çok destek vermeyecekti. Basın patronları o dönem de şimdi olduğu gibi kulüp yöneticileriyle sıkı fıkıydılar. Metin Kurt’a yer vermek sayfalarında, Galatasaray yönetimiyle ters düşmek demek olacaktı. Kurt, bu duruma tepki göstermek amacıyla 1974’te oynanan İtalya-Türkiye milli maçı öncesi basını kınadığı bir bildiri hazırlıyor ve bu bildiriyi tüm takım arkadaşlarına imzalatıyordu. Aslında bu bildiri Metin için kariyerinin sonunun başlangıcı olacaktı. Artık iyice dışlanmıştı Galatasaray yönetimince ve spor dünyası içinde. Galatasaray’dan Kayserispor’a gönderildi. Fakat Kurt için bu olayın asıl üzüntü verici yanı sadece kendisinin kovulması değil, sendika girişimine katılmadıkları halde sırf kendisiyle arkadaşlık ettikleri için aynı akıbeti paylaşan beş arkadaşı olmuştu. O yıllarda yavaş yavaş oluşmaya başlayan endüstriyel futbolun yediği ilk isim Kurt oluyordu.

Kurt sonraki yıllarda aktif futboldan uzaklaştı fakat futbol dünyasının içinde alternatif bir tarafta yer almaya devam etti. Kafasındaki sendika fikrini uygulamak 12 Eylül rejimiyle birlikte iyice zorlaşsa da, düşündüklerini savunmaya devam etti. Evrensel Gazetesi’nde spor yazarlığı yaptı. Turgay Kurultay ve Veysel Atayman ile birlikte “Arenada Show: Modern Sporun Dünü ve Bugünü” isimli bir kitaba da imza attı. Endüstiryel futbola karşı olan forzalivorno gibi oluşumların panellerine katıldı. “Sportmence” isimli dergiyi çıkardı, sonra bu derginin yayınına yıllarca ara verildikten sonra Ekim 2008’de tekrar yayınlandı. İlk sayıda konulardan biri de Türkiye’nin en muhalif taraftar grubu Çarşı idi.

Metin Kurt, sporu bir emek batakhanesi olarak tanımlıyor. Şöyle diyor bir konuşmasında: “Bizler futbolu bir oyun olduğu için sever ve oynardık. Artık futbol para, son model arabalar ve güzel mankenler için oynanıyor. Futbolu oyun olarak severiz ancak bugün kullanılış şekliyle sevmemiz kendi kalemize gol atmak anlamındadır. Devrimciler hiçbir zaman spora karşı olmadı. Sporun içinde her zaman yer aldılar ama her zaman yanlış tarafta yer aldılar. Futbolda bizlerin boşalttığı alanları başkaları doldurdu. Futbolu bir uyuşturucu haline getiren sistem yerine futbolun kendisini mahkum ettik. Hayatın içinde kim çoksa tribünlerde de o çok olacaktır. Endüstriyel futbola karşıysak ona su taşıyan değirmende su damlası olmamalıyız."

Kurt’un lakabı 'Çizgi Metin' di. Mayıs 2003’ te yayinlanan bir roportajinda bunu şöyle açıklıyor Kurt: "Halka en yakın yer neresi? Çizgi. Ben de çizgide beklerdim. Antrenör ve idarecilerin olduğu tarafta oynamayı sevmiyorum. Kapalinin önünde oynamamak icin bir devre sağ açık, bir devre de sol açık oynardım."

Bir diğer alıntı da Sportmence Dergisi için yazdığı bir yazıdan: “Sportmence onuncu köyü arıyor. Doğru sözü kıymet verip savunanlar; bu yüzden dokuz köyden kovulanlar, yılmadan onuncu köyü arayanlar; sportmence sizin sesiniz, sözünüzdür. selam sizlere, selam dostlara. Spor kılıflı bu bataklığı biz yaratmadık, ama biz kurutacağız. sivrisineklerden bir gün mutlaka kurtulacağız. Yazanlar, çizenler, eli kalem tutanlar; düşüncesini midesinin sansüründen geçirmeyenler, yüreğinde iyilik, doğruluk, güzellik meşalesi sönmeyenler... bulamadıysak eğer sizleri, siz bulun bizleri... yitirecek zamanımız yoktur, gün naz değil, görev günüdür. Sporda söylenemeyen ne varsa biz söyleyeceğiz. caymayız, caydıramazlar. sapmayız, saptıramazlar. yürüyoruz doğru bildiğimiz yolda, alnımız açık, başımız yukarda”

Siyasi görüşlerine katılırsınız ve katılmazsınız ama Kurt’un futbolda örgütlülük için verdiği mücadelenin anlamı bugün de hala geçerli. O güne göre futbolcuların emeği daha çok sömürülüyor. Futbol günümüzde giderek daha acımasız bir ticaret alanına dönüşüyor. Sportmenlik ruhu ölüyor. Futbolcular bir köle gibi alınıp satılıyor. Bunun en son örneğini geçtiğimiz haftalarda yaşamadık mı. Beşiktaş, Yusuf Şimsek transfer için genç oyuncu Aydın Karabulut’u gözden çıkarıp, onu Bursaspor’a gönderme kararı verdi. Ama Aydın Karabulut’un bundan haberi bile yoktu. Fikri bile sorulmadı. Aydın sadece bir örnek. Bu örneklerden yüzlerce var Türkiye’de futbol dünyasında. Türkiye futbolunun bir “Metin Kurt” ruhuna ve hakkını arayan futbolculara ihtiyacı var. Futbolcuları bir köle, bir meta gibi görmeyen yöneticilere, onlar mücadele için harekete geçerse onların arkasında duracak tribünlere ve basında demokrat kalemlere ihtiyacı var.
Yukarıda foto: Oturanlardan soldan ikinci Fatih Terim, en sağdaki isim ise Metin Kurt.
Aşağıdaki foto: Kurt, geçtiğimiz yıllarda katıldığı bir panelde.

24 Şubat 2009

VİVA SEAN PENN





Oscar adayları açıklandığından beri En İyi Erkek Oyuncu Oscar’ını kimin alacağına dair tahminler havada uçuşmuştu. En iddialı adaylarsa The Curious Case Of Benjamin Button ile Brad Pitt, The Wrester ile Mickey Rourke ve Milk‘le Sean Penn’di. Gerçekten son yıllardakine göre bence daha ihtişamlı bir Oscar töreni oldu. Jerry Lewis’in sahneye çıkıp ödül alması, kadın ve erkek adayların efsane isimler tarafında tek tek yorumlanmas geceye damgasını vurdu. En İyi Erkek Oyuncu Ödülü açıklanırken Michael Douglas, Robert de Niro, Sir Ben Kingsley, Antony Hopkins ve Adrien Brody sahnedeydi. Sonuç açıkladığında yüzü gülen Sean Penn oldu.


Eşcinsel politikacı Harvey Milk’i canlandırdığı performansıyla En İyi Erkek Oyuncu Oscar’ına uzanan usta oyuncu, yaptığı konuşmayla hem salondakileri güldürdü hem de muhalif kişiliğini bir kez daha gösterdi. Penn, teşekkür ettiği isimleri sıraladıktan sonra lafı gediğine koydu yine.


Eşcinsel evliliğine karşı çıkan yasayı destekleyenlerin yıllar sonra yaşayacakları utancın şimdiden farkına varmaları gerektiğini söyledi. Konuşmasının sonunda ise diğer adaylara olan saygısını dile getiren Penn, “Mickey Rourke yeniden yükseliyor ve o benim kardeşim” diyerek konuşmasını bitirdi.

Sean Penn 1960’da California’da doğdu. Rus bir baba ve İtalyan annenin çocuğuydu. Çocuk yaşlarda sinemaya ilgi duydu. O dönemin favori aygıtlarından "Süper 8" denen kameralarla film çekme denemeleri yaptı. Los Angeles Repertory Theater`de oyunculuk eğitimi aldı. İlk deneyimini Barnaby Jones adlı bir dizide oyunculuk yaparak yaşadı. Üne kavuşmasını sağlayan; Ridgemont Lisesinde Hızlı Günler (1982) filmindeki Jeff Spicoli rolü oldu. 1985 -1989 yılları arasında popstar Madonna ile evli kaldı. 1991'de yönetmenliğe başladı.1996'da evleneceği kadın olan Robin Wright Penn ile birlikte yaşamaya başladı, bu beraberlikten iki çocukları oldu. Toplumsal ve sosyal içerikli filmlerde rol aldı, yönetti.

Sean Penn, Hollywood’un ve Amerika’nın en muhalif sanatçılarından biri. Birçok toplumsal ve sosyal içerikli filmlerde rol aldı ya da yönetti. Özellikle bir önceki ABD yönetiminin, Bush’un en sıkı ve sert muhaliflerindendi. Irak, İran, Venezuela gibi ülkelere "serbest muhabir" olarak ziyaretlerde bulundu. Amerikan devlet politikasının yanlışlıkları üzerine ABD halkına yönelik bilinçlendirme çalışmaları yaptı.

Halkın yaşam şartlarını görmek üzere Venezuela`ya gelen Penn`i, Hugo Chavez geçen yıl cumhurbaşkanlığı sarayında kabul etmişti. Yine geçtiğimiz yıl Amerikalı oyuncu, yönetmen Sean Penn, yazarlık yaptığı San Francisco Chronicle (SFC) gazetesi sıkı dostu Venezüella lideri Hugo Chavez'e dil uzatınca kalemini kılıç yaptı. Penn, SFC'de yayımlanan mektubunda "Giderek beyinsiz bir gazete oluyorsunuz" diyordu Zira SFC, Chavez'in süper model Naomi Campbell'la aşk yaşadığı iddiaları üzerinden bir dizi diktatörle çıkma potansiyeli bulunan şöhretlerin listesini yayımlamıştı. Penn ise, Chavez'in diktatör gibi gösterilmesine karşı çıkıp defalarca demokratik yoldan seçilmiş bir lider olduğunu hatırlattı. Penn, ayrıca Raul Castro ile görüşüp bir röportaj gerçekleştirmişti Küba’da.

Penn’in muhalifliği göstermelik, vitrinlik, pragmatik bir muhaliflik, basit içi boş bir asi imajı değil. Tutarlı bir muhaliflik. Çok önemli bir savaş karşıtı ve insan hakları aktivisti. Dünya sinemasına yön veren ABD’de böyle bir ismin yer alması insana umut veriyor.

22 Şubat 2009

BU KONSERİN ANA SPONSORU GÜNEŞ


Moğollar grubu üyelerinden Taner Öngür, Serap Yağız + Suların Uğultusu grubuyla birlikte 26 Şubat günü ikincisi gerçekleştirilecek Güneş Enerjisi Fuarı’nın açılışında bir konser verecek. Bu konseri özel kılan ise vereceği konserin tüm elektrik ihtiyacını güneş panellerinden sağlayacak olmaları. Konserin ses sistemi için gerekli elektrik akülerden sağlanacak, aküler ise güneş panelleriyle doldurulacak. Konser dünyada ve de Türkiye'de ilk kez temiz enerjiyle gerçekleştirilecek olması nedeniyle bir ilk olarak tarihe geçecek.


Konser, müzik endüstrisine çevreci bir yaklaşımın da olabileceğini göstermeyi ve yenilenebilir alternatif enerji kaynaklarına yönelik ilgi ve bilinci artırmayı hedefliyor. Ayrıca konser günü Öngür ve Serap Yağız'un bir albümü de piyasaya çıkacak. Albümde bütün şarkılar güneş hakkında. Albümde yer alan dokuz şarkının da sözleri güneş üzerine yazılmış şiirlerden derlenmiş. Bestelerini Taner Öngür’ün yaptığı şarkılardan bir tanesi Nazım Hikmet’in “Güneş İçenlerin Türküsü” adlı şiirinden derlenmiş. Diğerleri ise Antoloji.com’da yayınlanmış şiirlerden derlenmiş. Öngür, şiirleri antoloji.com'da aramış, bulmuş, sonra yazarlarını tek tek bulup izin almış şiirleri kullanmak için. Şairlerin arasında, emekli öğretmenler, ev kadınları ve finans müdürleri varmış.
Moğollar'ın basçısı ve Türk rock müziğinin en önemli figürlerinden biri Öngür. Bir müzik insanı. Bunun yanında her zaman muhalif kimliğini de korumuş ve bu kimliğini sürekli geliştirmiş, güncellemiş bir isim. Ayrıca 'Karşı festival" Barışarock'ın mimarlarından biri, bu festivalin yıllarca gerçekleşmesinde en fazla emeği geçenlerden. Ama yeri geldi mimarlarından olduğu bu festivali eleştirmekten de kaçınmadı Öngür, özellikle festivalin çevreci boyutunda eksik kaldıklarını kabul ediyor, ayrıca çevreci bilinci gelişmemiş muhalif kesimleri de eleştiriyor bu festivaldeki.
Öngür'ün bu adımını ayakta alkışlıyorum, belki herkes konserini izlemek için Güneş Enerjisi Fuarı'na gidemeyebilir ama albümü alıp desteklemek herkesin fazlasıyla elinde.

20 Şubat 2009

BURSA, BÜYÜK POTANSİYELİNİN DEĞERLENDİRİLMESİNİ BEKLİYOR


29 Mart yerel seçimleri yaklaşırken Türkiye’nin gündeminde İstanbul, Ankara, İzmir, Tunceli, Diyarbakır gibi şehirler var. Bu şehirlerde yarış kıyasıya sürüyor. Seçimler denince en büyük ilgiyle izlenecek, ilk akla gelecek şehirler bunlar. Ama Marmara’da bir şehirde daha ciddi bir yarış yaşanacak. Bu şehir Bursa. Son dönemde Bursa ekonomik krizden nasibini fazlasıyla aldı. 60 bin kişi şimdiye kadar işşiz kaldı. Şehirdeki önemli endüstriler, otomotiv ve tekstilin, krizin en çok vurduğu sektörler olması, şehre de olumsuz yansıdı.

Bursa’nın 2004 yerel seçimlerinde AKP, seçimi yüzde 53’e karşı 17 gibi açık bir farkla kazanmıştı. Ama 29 Mart’ta daha ciddi bir rekabet yaşanması bekleniyor. Halen görevde bulunan Hikmet Şahin, AKP tarafından yeniden aday gösterilmedi. Onun yerine ilçe belediyelerinden birinin, Osmangazi’nin başında bulunan Recep Altepe aday ilan edildi. Hikmet Şahin ise Adana’daki Aytaç Durak örneğinde yaşandığı gibi, başka bir partinin, DP’nin adayı oldu. MHP eski İçişleri Bakanı Mehmet Gazioğlu’nu, ANAP eski bakan İlhan Aşkın’ı aday gösterdi. CHP’nin adayı ise şehirde iyi tanınan işkadını Sena Kaleli oldu. CHP’nin Kaleli’nin hem işkadını imajıyla liberal oyları kendine çekmek istediği görülüyor, ayrıca sağda oylar bölündüğü takdirde, Kaleli’nin aradan sıyrılabileceği düşünülüyor.

Sena Kaleli Bursalı. 1980’de Uludağ Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, İşletme Bölümünden mezun olmuş. 1980’de Kâmil Koç Otobüsleri A.Ş.’de çalışmaya başlayan Kaleli, 1995’de Genel Müdürlüğe atandı, 2002-2008 yılları arasındaysa İcra Kurulu Başkanı olarak görev yapmış. CHP Bursa Büyükşehir Belediye Başkanlığı için adaylığını açıklayan Sena Kaleli'nin projeleri arasında suyu, ulaşımı ucuzlaştırmak, tarihi değerleri yerinde korumak, süreç dışında kaldıklarını düşündüğü kadın, genç ve engellilere de hizmet sunmak var.

Ayrıca Yeşiller Partisi de Bursa’da bir aday gösterdi. Yıldırım Belediye Meclis Üyeliğine yeşil bağımsız aday olarak Nursel Modan Şengür adaylığını açıkladı.

Sol ise Bursa’da ortak bir aday gösterdi. İkbal Polat. Solun Ortak Adayı İkbal Polat, yaşanan krizlere, haksızlıklara, yapılan zulme karşı yok olan Bursa'ya sahip çıkmak, siyaseti kendi tekellerine alan tuzu kuruların faaliyeti olmaktan çıkarmak, kokuşmuş siyaset artıklarına son vermek, lider sultalarının kalelerini yıkmak, başka bir siyasetin başka bir hayatın mümkün olduğunu göstermek için aday olduğunu açıkladı. Polat, Başbakan'ın marka şehirler açılımını eleştiriyor, "Başbakan, rekabet üzerine kurulu siyaset anlayışına şimdi de kentleri dahil ediyor. Rekabet üzerine bir yaşam kurulamaz. Bizler rekabet ederek değil kardeşçe birlikte yaşamak istiyoruz." diyor. Polat, Bursa'nın ana sorunu olarak ulaşımı gösteriyor. Kent merkezindeki taşıt yoğunluğunun azaltılmasını, Setbaşı-Altıparmak hattının araç trafiğine kapatılıp yayalaştırılmasını ve aynı hatta tramvay yapılmasını öneriyor. Bisikleti yaygınlaştırıp yavaş şehirler uygulamasını başlatmak istiyor.


Nişanlımın Bursalı olması dolayısıyla son iki yıldır sürekli Bursa’ya gidip geliyorum. Artık ikinci şehrim oldu diyebilirim Bursa için. Her gittiğimde de inceliyorum, bakıyorum, şehrin eksiklerini, sorunlarını, artılarını, potansiyellerini görmeye çalışıyorum. Burada gördüğüm birkaç şeyi paylaşmak istiyorum.


Bursa’yı geçmişte görmüş, yaşamış, bulunmuş her insan Bursa’yı büyük bir hayranlıkla anlatır. Ama artık sonuna da o anlatımların “Nerede o eski Yeşil Bursa” tümcesi ekleniyor. Bugün Bursa’nın yeşil olduğunu söylemek ise zor, daha çok gri bir şehir haline gelmiş.

Tüm diğer şehirlerde olduğu gibi Bursa’da da ulaşım sorunu var. Hem pahalı hem de onca yatırıma rağmen hala eksik ve problemli. Bat-çık kavşaklar yapılmış geçtiğimiz yıllarda ama bunlar çözüm olmaktan uzak kalmış. Bursaray'ın batıda Görükle, kuzeyde Şehirlerarası Otobüs Terminali ve doğuda Kestel'e ulaştırılması birçok Bursalı tarafından isteniyor. Ayrıca Bursaray'ı besleyen çok sayıda yeni dikey hatlar da olabilir bence. Bursa'da ulaşım İstanbul ve Ankara'daki toplu ulaşım fiyatlarına göre oldukça pahalı. Krizden de darbe görmüş bir kentte ulaşımın bu derece pahalı olması ciddi bir sorun.


Polat’ın Setbaşı-Altıparmak hattını araç trafiğine kapatılıp yayalaştırılma önerisi bence çok mantıklı. Ama araçlar için alternatif güzergahın nereler olacağı söylenmeli. Yapılabilirse, şehrin merkezini ciddi bir biçimde rahatlatabilir bu öneri. Şimdiki Başkan Şahin, şehir girişinin Bursa’ya yaraşır hale getirildiğini iddia ediyor ama ben bunun çok da Şahin’in dediği gibi olduğu kanısında değilim açıkçası. Diğer yandan en yakın uluslararası havaalanını kente çok uzak, gerçekten hiç olmamasıyla eşdeğer bu havalimanın.

Hava kirliliği bir başka sorun. Bursagaz ile şehirde onca doğalgaz yatırımı yapıldı ama şehirde çok ciddi bir hava kirliliği yaşanabiliyor sık sık. Bu noktada belediye aktif rol almalı, sanayiye ön ayak olmalı, çevreci anlayışların oturması için çalışmalı.

Bursa da kentsel dönüşüm furyasına katılan şehirlerden. Ama Türkiye’de AKP’nin kentsel dönüşüm anlayışı sadece inşaat, yık-yap perspektifiyle sınırlanıyor. Binalar imar etmek, yollar yapmakla kent olunmuyor. Bursa tarihi bir şehir, Türkiye’nin en tarihi şehirlerinden. Zihinsel dönüşüm de, ekonomik, sosyal, kültürel anlamda dönüşüm de gerekli kentsel dönüşüm için. Kentsel dönüşüm ruhsuz bir şekilde olmamalı. Bursa’nın hangi köşesine giderseniz gidin bir tarihi esere ya da belgeye rastlıyorsunuz. Bu eserlerle ilgili çok ciddi önlemler almalı Bursa Belediyesi. Balıbey Han gibi ruhsuz örnekler varken bunlardan ders alınmalı. Ve de kentin meydanı olarak lanse edilen Kent Meydanı. Bursa gibi bir şehrin meydanında bir alışveriş merkezi mi bulunmalıydı?


Bursa’nın merkezinde yer alan Bursa Atatürk Stadı bu şehre yakışıyor mu ve hala bu şehrin ihtiyacını karşılayabiliyor mu, bundan emin değilim. Aynı şey, spor salonu için de geçerli. Yeni bir stad, özellikle Kayseri, Konya gibi şehirlerde yeni stad yatırımları yapılırken, Bursa için de bu gerekiyor. Şehir insanının daha modern ortamlarda müsabaka izlemeleri bir ihtiyaç artık.
Haluk Şahin geçenlerde şöyle demiş Radikal’de Bursa ile ilgili yazısında: “Örnek aranacaksa, bir Bursalı olarak yüzüm kızararak söylüyorum ama, ezeli rakibimiz Eskişehir’e bakmak yeter. Yılmaz Büyükerşen’in Eskişehir’ine”. Hem de Bursa’nın Eskişehir’e göre tarihi ve kimliği daha derinlikli bir şehir olduğu düşünülürse, yapılabilecekler, gerçekleştirilebilecekler bu şehirde daha iyi anlaşılabilir.

Bursa sanayi, tarım, turizm, eğitim, tarih, kültür-sanat ve spor gibi birçok kimliği bulunan ender illerden biri. Bu potansiyel eşitlikçi, katılımcı, sosyal bir belediyecilik anlayışıyla değerlendirilmeyi bekliyor.

18 Şubat 2009

İNGİLTERE’DE FİLİSTİN HALKIYLA DAYANIŞMA İÇİN ÜNİVERSİTE İŞGALLERİ


Öğrencilerin gerçekleştirdikleri üniversite işgalleri eylemleri her zaman çok etkili olmuştur. Bu hem Türkiye’de hem dünyada böyle oldu şimdiye kadar. Bazen öğrenciler taleplerini kabul ettirebildiler, bazen sert ve şiddetli bir şekilde bastırıldılar. Ama her zaman bu eylemler ses getirdi, gündem yarattı. 1968'in 12 Haziran'ında İstanbul Üniversitesi'nin Hukuk Fakültesi'nde başlayan ve üç hafta süren öğrenci işgali Türkiye’de halen hatırlanan, büyük ses getirmiş bir eylemdi. Son yıllarda Fransa’da ve Yunanistan’da da öğrencilerin taleplerini yüksek sesle haykırmak için yaptıkları üniversite işgalleri eylemleri dünya medyasında geniş yer buldu, bu ülkelerde hükümetleri fena terletti.

Üniversite işgallerinde son dalga ise İngiltere’den geliyor son dönemde. Geçtiğimiz ay içinde İngiltere'nin başkenti Londra'da Filistin halkıyla dayanışmayı yükseltme amaçlı üniversite işgalleri başlamıştı. Sussex Üniversitesi’nde 83 öğrenci büyük bir sınıfı işgal etmişti. Daha önce SAOS Üniversitesi öğrenciler tarafından işgal edilmişti. Onu London School of Economics izlemişti. LSE öğrencileri, üniversite binasında bulunan eski tiyatro binasını işgal etmişti. İşgalden sonra bir buluşma ve çekim merkezi haline gelen üniversitede, her gün toplantılar yapıldı, kitlesel eylemler gerçekleştirildi. Şu ana kadar İngiltere'de yaklaşık 21 üniversitede Gazze ile dayanışma için işgaller yapıldı.

Bu dalgaya son eklenen üniversite ise St.Andrews oldu. St. Andrews'ta 70 kadar öğrenci Gazze’ye destek mahiyetinde okulu işgal etti. Bu üniversitedeki işgalden üniversitedeki bir arkadaşım, Canan Balan aracılığıyla haberdar oldum.
Balan, eylemlerini şöyle anlatıyor: “Şu ana kadar üniversite yönetiminden okulun İsrail merkezli firmalarla yaptığı anlaşmaları feshetmesini; her sene 10 Filistinli ögrenciye burs vermesini; Britanya ordusunun okula sağlamakta oldugu araştırma projeleri fonunu reddedip (Britanya ordusu İsrail ordusuyla iliski halinde) baska fonlar aramasını; Tip Fakültesinin Gazze'ye tibbi destek göndermesini; ve Gazze’ye genel yardim konusunda okulun medya ve fon bağlamında destek vermesini istedik. İlk taleplerimize net yanıtlar gelmedi ama okul yonetimiyle pazarlıklar sürüyor. İşgalimiz okul yönetimi bunları kabul edene kadar sürecek gibi görünüyor.” Eylemle ilgilenenler için şu iki link faydalı olacaktır. Eylemciler tüm Avrupa’dan ve dünyadan da eylemlerine destek bekliyor.
İngiltere’de gençlik Filistin için oldukça aktif ve bu devam edecek gibi görünüyor. İngiltere’de üniversite işgalleri diğer Avrupa ülkelerine de pekala sıçrayabilir. En azından İngiltere’de daha uzun süre sürecek gibi bu eylemler, somut sonuçlar alınana kadar.

16 Şubat 2009

DÜNYAYI DAHA İYİ ANLAMAK İÇİN İKİ İNTERNET SİTESİ



Çoğu zaman bize öyle de gelse dünyada sadece biz yaşamıyoruz. Dünya sadece Türkiye’nin bulunduğu coğrafyadan, Avrupa’dan ve Amerika’dan ibaret değil. Binbir türlü kültür, binbir türlü gelenek, binbir türlü mücadele, binbir türlü oluşum. Dünya, bize televizyonda, haberlerde, filmlerde gösterilen dünyanın ötesinde bir dünya. Bize Batı’dan Kuzey’den çoğu zaman da oryantalist bir yaklaşımla, egzotikliğe hapsederek, turistikleştirerek, bir gezi metası haline getirerek gösterilen ülkeler, insanlar, toplumlar. Oysa dünyanın her yerinde mücadele var, her yerinde emek, her yerinde zulum, her yerinde katliamlar, her yerinde hüzünler, acılar, zaferler. İnsanın olduğu her yerde.

Bugün iki internet sitesini Solduyu’da tanıtmak istiyorum. Birgün Gazetesi’ni takip edenler büyük ölçüde haberdardır ve izliyorlardır bu iki siteyi. Latinbilgi.net ve Solundogusu.net bu iki site. Eğer Güney Amerika ve Asya’da neler olup bitiyor, hükümetler neler yapıyor, insanlar hükümetlerin politikalarına karşı nasıl mücadele ediyor, kadın haklarından gençlik ve cinsel özgürlük hareketlerine, ekonomiden tarıma, insan haklarına, eğitimden spora bu ülkelerde neler oluyor, bu gibi konulara meraklıysanız, bu konuda Batı’nın, Amerika’nın, egemenlerin dillerine alternatif bir dilde mecralar arıyorsanız, bu iki siteyi mutlaka takip edin derim.

Latin Amerika tutkunun, aşkın, şehvetin, asiliğin, isyanın kıtası olduğu kadar acının, darbelerin, cuntaların, ezilmişliğin de kıtası. Latin Amerika ülkelerinde son yıllarda rüzgar soldan esti. Brezilya’da Lula, Venezuela’da Chavez, Bolivya’da Morales gibi solun çeşitli renklerinden liderler ülkelerinde iktidara gelirken, geniş halk kitlelerinde destek bulurken ülkelerinde, diğer yandan hala sağın ve neo-liberal güçlerin bu ülkelerde güçlü olduğunu, ABD’nin de bir dönem arka bahçesi olarak gördüğü ülkeler üstündeki etkisini bırakmak istemediğini de görüyoruz.

İşte Latinbilgi.net bu kıtaya soldan bir bakış denemesi. Arjantin’den Bolivya’ya, Peru’dan Kostarika’ya, Panama’dan Uruguay’a onlarca ülkeden haberleri bu sitede bulabilirsiniz. Küba’yı, Kolombiyalı sendikacıları, FARC gerillalarını, Aymara yerlilerini, Arjantinli Mayıs Annelerini, Brezilyalı topraksız işçileri, Chiapaslı Subcomandante Marcos’u, Ekvadorlu Kızılderilileri. Asi kıtanın dört bir yanından toplumları, insanları. Çağlarca sömürgeciliğin ve yeni liberalizmin yıkıntıları üstünde insanca bir yaşam mücadelesi veren Latin Amerika halklarını. Sitede haberler, yorumlar ve çeviriler oldukça duyurucu ve ufuk açıcı.

Diğer site ise solundogusu.net. Bu site de yine Latin Amerika gibi biraz uzak olduğumuz bir bölgeden, Asya’dan haberleri sunuyor önümüze. Dünyadaki yeni sol hareketlerin takipçiliğini yaparak Türkiye’de bilinçli halkı ve Türkiye solunu bilgilendirmeyi, örnekler sunmayı, deneyimleri paylaşmayı kendine şiar edinmiş siteyi hazırlayanlar. Asya’da Çin ve Vietnam gibi ülkeler dünya ekonomisin yeni yıldızları oluyorlar, bir nevi devlet kapitalizmi olan bir sosyalizm anlayışıyla yönetiliyorlar. Nepal’de Maocular iktidara geliyor, Hindistan Pakistan her gün birbirleriyle büyük bir savaşa girmenin eşiğinde yaşıyorlar, Doğu Türkistan’da Uygur Türkleri, Tibet’de Tibetliler Çin rejimi tarafından büyük baskılar görüyorlar. Filistin’de Afganistan’dakileri anlatmaya çok da gerek yok sanırım, tüm dünyanın önünde olanları. Solundoğusu da Asya kıtasından politikacıların kısır çekişmelerinin gündeminden çok o halkların, o insanların gündemini merak ediyorsanız size istediğinizi sunacaktır.

13 Şubat 2009

ONLARIN OY HAKKI YOK AMA BİZİM ONLAR İÇİN VAR



Yaklaşan yerel seçimler öncesi hayvan hakları ve çevreyi koruma konusunda mücadele verenler sesini yükselttiler.

Doğa Derneği, yaklaşan yerel seçimlerde doğayı en iyi koruyacak ve hayvan hakları için çalışacak belediye başkanını belirlermek için on maddelik bir liste hazırladı. Doğa Derneği iyi bir belediye başkanı ve onu seçmeye hazırlanan seçmenler için bir nevi doğa sınavı hazırlamış. Diğer yandan, Hayvan Hakları Federasyonu HAYTAP da yerel seçimler öncesi, üzerlerinde "Onların oy hakları yok, ama bizim var" yazılı bir dizi afiş hazırladı.

Hem yaşadığımız ilçelerde hem de medyada belediyelerin sokak hayvanlarına yönelik katliam haberlerini sık sık okuyoruz. Bunun yanı sıra barınakların içler acısı hali de çabası. Bir belediye başkanı hem tüm canlıların belediye başkanı olmalı, hem de tüm yatırımlarında doğayı ve çevreyi korumaya öncelik vermeli.
Susuzluğun ve diğer çevre sorunlarının Türkiye ve dünyada daha da önemli boyutlara ulaşacağı önümüzdeki beş yılda, seçilecek belediye başkanının doğayla ve hayvan haklarıyla ilgili vizyonu büyük önem taşıyor. Belediye başkanları her gün biraz daha ısınan dünyamızda çocuklarımızın nasıl bir gelecekte yaşayacaklarını belirleyen kişiler. Dolayısıyla biz de tercihlerimizi, yalnızca bugünü değil, çocuklarımızın geleceğini, sadece insan türünün değil tüm canlı türlerinin de yaşam hakkını düşünerek yapmalıyız.
Doğa Derneği, yerel seçimlerde oy verecek olan yurttaşların belediye başkan adaylarına aşağıdaki soruları sormasını talep etmiş, kesinlikle katılıyorum, bu soruları özellikle sormalı ve cevaplarını talep etmeliyiz.
İşte Başkan adaylarına kritik önemde sorular:
1. Doğal alanlar: Seçim bölgeleri içinde yer alan içme suyu havzalarını ve oksijen kaynağı olan doğal alanları nasıl koruyacaksınız? Yasadışı yapılaşma ile nasıl mücadele stratejiniz hazır mı?
2. Çöple mücadele: Seçim bölgelerinden çıkan çöpün geri dönüşümü için nasıl bir planınız var? Kağıt, plastik ve elektronik atık gibi doğaya ağır maliyeti olan maddeleri ekonomiye yeniden nasıl kazandıracaksınız?
3. İçme suyu: Bölgenizdeki içme suyunun kalitesini nasıl yükselteceksiniz? Başka havzaların suyunu taşımadan içme suyu sağlamak için projeleriniz neler?
4. Doğa koruma alanları: Seçim bölgenizdeki insanların doğayla buluşması ve onu tanıması için nasıl bir vizyonunuz var? Bölgeniz yakınlarındaki önemli doğa alanlarında ziyaret alanları kurmayı düşünüyor musunuz?
5. Ekoturizm: Bölgenizdeki doğal ve kültürel kaynak değerlerinin ekoturizm yoluyla korunması ve bölge halkına gelir getirmesi için bir planınız var mı?
6. Sağlıklı beslenme: Bölgenizde sağlıklı organik ürünlerin tüketilmesi için bir vizyonunuz var mı? Bölge halkının kendi sebze meyvesini yetiştirebileceği küçük tarım alanları oluşturacak mısınız? Organik ürünlerin bölgenize daha kolay ulaşması için somut projeler (ekolojik pazarlar vb.) geliştirecek misiniz?
7. Enerji ve su tasarrufu: Bölgenizdeki insanları enerji ve su tasarrufu konusunda nasıl teşvik edeceksiniz? Bu konuyla ilgili yerel kampanyalar planlıyor musunuz? Güneş enerjisi gibi doğa dostu enerji üretimi şekillerini yaygınlaştırmak için çalışacak mısınız? Park ve bahçelerde damla sulamaya geçecek ve az su tüketen yerli bahçe bitkilerini tercih edecek misiniz?
8. Biyolojik çeşitlilik: Bölgenizde yaşayan doğal canlı türlerinin korunması ve tanınması için ne gibi çalışmalar yapacaksınız? Çocukların doğadaki canlıları tanımaları için ne gibi imkanlar sağlayacaksınız?
9. Sokak hayvanları: Bölgenizdeki sokak hayvanlarının korunması için nasıl bir çalışmanız var? Hayvan barınakları kuracak mısınız?
10. Kültürel miras: Geleneksel mimarinin korunması ve doğa dostu yapılaşma biçimi olarak yaygınlaşması için bir hedefiniz var mı? Bölgenizdeki tarihi eserler için planlarınız neler?

11 Şubat 2009

ÜZMEZ’İ DEVLET ÜZMEDİ, KADINLAR ÜZECEK




Tehlikenin farkında mısınız? Hüseyin Üzmez hala aramızda. Hala elini kolunu sallayarak, sırıtarak dolaşıyor aramızda. Onun dışarıda olduğu her an hepimiz, çocuklarımız, kadınlar, eşcinseller, kısacası herkes tehlikede.

Evet, Bursa'nın Mudanya İlçesi'nde 14 yaşındaki B.Ç.'ye cinsel istismarda bulunduğu iddiasıyla tutuklanan ve ikinci duruşmada tahliye edilen Vakit Gazetesi Yazarı Hüseyin Üzmez hala aramızda.

Üzmez’in yargılanmasına devam ediliyor. Ama AKP ve devlet belli ki onu üzmemekte ısrarlı ve de kararlı.

Dün Bursa Kadın Platformundan yaklaşık 20 kadın saat 9:00'da Mahkeme önünde toplanarak Üzmez'in tahliyesini protesto etti. Kadınlar "Üzmez'i devlet üzmedi, kadınlar üzecek" yazılı pankart açtı, "Üzmez'i aklayan adalet ruh ve beden sağlığımızı bozdu" yazılı dövizler taşıdılar.
Ee tabii olan yine, bu memlekette her zaman olduğu gibi, solculara oldu. Duruşmanın ardından Halkevleri üyesi iki kadın Üzmez'e "şemsiye fırlatmak" ve "tokat atmak" gerekçeleriyle gözaltına alındı.

Ama belki de ilk kez bir eylem toplum nezdinde bu derece hoşnut karşılanmıştır. Değişik çevre ve görüşlerden insanlar belki de ilk kez içlerinden “ohh be, iyi yapmış çocuklar, aferin” demişlerdir. Tabii konu dişe diş kana kan intikam felsefesi değil, olamaz da, böyle bir yaklaşım gerçekleşirse öncelikle buna ilerici insanlar karşı çıkmalı. Ama Üzmez mutlaka cezasını çekmeli. Yaptığı yanına kar kalmamalı.

Üzmez'in cinsel saldırısı, gerici ideoloji ve erkek egemen toplumsal yapı kullanılarak aklanmaya çalışılıyor. Gözümüzün önünde hem de pişkince. Buna sonuna kadar karşı duralım.
Artık her yer, Üzmez’in bulunduğu, dolaştığı her yer bir eylem alanı olmalı. Kadınlar ve de erkekler de herkes ona tepkisini ortaya koymalı, zihninde de içselleştirerek “Tecavüze de tacize de karşıyız” diye haykırmalı. Yoksa Üzmez'lerin sayısı ve cesaretleri artacaktır.

9 Şubat 2009

DİSKO KOLBASTI VE DİSKO FOLK


Bedük - Automatik klip www.youtubevideo.net

http://www.dailymotion.com/video/x7hydr_bedk-automatik-klip-wwwyoutubevideo_music


Sentez konusu, özellikle doğu-batı sentezi konusu Türkiye'de cumhuriyet tarihi boyunca en önemli sorunsallardan biri olagelmiştir. Batı hayranlığı, doğudan duyulan utanç, ona kendini uzak hissetmenin yanında Doğulu yanını her keşfettiğinde duyulan rahatsızlık, bu kökünü reddetme, reddetmeyenleri küçük gören elitizm. Doğu'nun ve Batı'nın tam ne olduğu, Doğu'nun kime göre doğu, Batı'nın kime göre batı olduğu. Ve tüm bu sorunsalların kültürel hayatta yansımaları.

Doğu Batı sentezi konusu müzikte Türkiye'de çokça bir neyin üstüne elektronik ritm koymakla, sazın bağlamanın üstüne distortion gitarın cayır cayır sesini eklemekle ve de çok bilindik bir türküyü rocklaştırıp okumakla eşdeğer tutuldu. Genelde hep zorlamayla yapıldığını hissettirdi bu denemeler. Sahiciliği yoktu, samimiliği yoktu. 70'li yıllardaki örnekleri aşamayan ve hatta onların çok gerisinde denemeler olarak kaldılar. Ama bazen bu konuda öylesine de şeyler yapılıyor ki, insan "hah işte şimdi oldu" deyiveriyor. Bunu en son Bedük'ün "Automatic" klibini görünce hissettim. Bir düğün salonunda kırmızılar içinde bir disko boy eline almış mikrofonu, bir türkü söylüyor, elektronik bir türkü adeta, "otomatikler, saybırsonikler, otomatikler" havada uçuşuyor. Gelin-damat ve de misafirler çılgınca eğleniyor, dans ediyor, kolbastıdan halaya çeşitlemeler sunuyor. VHS kasetli bir kamerayla çekilmiş klip. Zorlama değil hiç. Aşağılama, dalga geçme amaçlı da değil. Tam tersi özünü inkar etmeme, özünden utanmama. Bu klip popüler kültürümüze çok değerli bir armağandır bence.

Bu klibi izlediğimde aklıma hemen Derdiyoklar geldi. Onlar kim mi?

http://video.ekolay.net/detay.asp?vid=55000000000003977&cid=40000000000017076

http://www.izlesene.com/video/akbabalar-derdiyoklar/242401

İnternet sayesinde, özellikle YouTube sayesinde Türkiye'de onları hiç duymayanlar da duydu, izledi. Esasında Almanya'da yaşayan Türk,Kürt ve Aleviler içinde onları bilmeyen çok da yoktur. onların düğünlerdeki müthiş disko folk performansları dillere destandır.

Yukarıdaki linklerden ilki mesela Derdiyoklar'ın belki de en meşhur performansı. Ruhi Su'dan, Cem Karaca'dan bildiğimiz 'Dadaloğlu'nu seslendirdikleri bu videoda, tüfek şeklindeki gitarını zaman zaman yere bırakıp, etrafında bir ayindeymişçesine dans eden, sırtında ve hatta ayağıyla çalan Ali Ekber Aydoğan ve ona eşlik eden davulcu İhsan Güvercin, Derdiyoklar'ı oluşturan ikili. Boş bir ikili de değiller, sosyal sorunlara da sürekli değiniyorlar. Son derece de politik şarkı sözleri var, muhalif içerikli sözler bunlar.

Onlar için Almanya'da yayımlanan kasetlerinin üzerinde yazan Disco-Folk yazıyormuş hala. Ali Ekber Aydoğan, kendi sitesinde (www.derdiyoklar.de) bunu şöyle anlatıyor: "Türkiye ve Avrupa arasında köprü oluşturup Anadolu düğün kültürünü sazımız ve sözümüzle Avrupa'ya taşıyarak geleneklerimize büyük bir boyut kazandırdık."


8 Şubat 2009

DURMAK YOK KESMEYE DEVAM



Yukarıdaki iki fotoğrafa dikkatli bakın. Belki et yiyor olabilirsiniz, hayvanların insanların ihtiyaçlarını gidermek için yaratıldığını düşünüyor olabilirsiniz. Etsiz yaşayamam, biz yemezsek onlar bizi yer diyor olabilirsiniz, bunun doğanın düzeni olduğuna inanabilirsiniz. Diyelim öyle, ama yukarıdaki fotoğraflara bakınca canınız biraz acıyorsa, içinizde birazcık da olsa biraz sızı hissediyorsanız, devam edebilirsiniz yazıyı okumaya.

Fotoğrafların çekildiği; Yer Türkiye Tarih ise 2009.

İlk foto; Gaziantep’te AKP’nin yerel seçim adaylarını tanıtırken çekildi. Açılış sırasında kesilen üç kurban kentin en işlek caddesini kan gölüne çevirdi. Üç koyun kurban olarak kesildi; kan nedeniyle trafik bir süre kilitlendi. Oysa tahsis edilen yerler dışında hayvan kesmek, sokağa ya da kamusal alana atık bırakmak 59 YTL ceza gerektiriyor. Dini amaçlı kurban kesim kurallarına uymayanlar’ın cezası ise 1645 YTL. Tabii böyle bir ceza kesilmedi ve de ödenmedi. Üç can, üç canlı bir hiç uğruna kurban edildi.

İkinci foto; daha bu kanlar kurumadan, Mersin'in Erdemli ilçesine gelen AKP Mersin Milletvekili Ali Er, yolda boğa kesilerek karşılandı. Kamyondan vinçle indirilen boğanın kesilmesi sırasında Mersin-Antalya karayolu da 1 saat trafiğe kapatıldı. Ali Er, Çeşmeli Beldesi girişinde konvoyla karşılandı. Yaklaşık 500 araçlık konvoy eşliğinde Erdemli AKP binası önüne gelen ve seçim arıcının üstüne çıkan Ali Er'in onuruna boğa kesilmek istendi. 2 bin 500 TL’ye satın alınan boğa kamyonla yol kenarına getirildi. Parti binası önündeki kalabalık nedeniyle boğa buraya indirilemeyince çağrılan vinçle, halata bağlanıp, Mersin-Antakya karayoluna indirildi. Yol trafiğe kapatıldı. Yaklaşık 1000 kişinin bulunduğu yolda, boğa bir kasap tarafından dualar eşliğinden kesildi. Milletvekili Er de seçim aracının üzerinden boğanın kesilmesini izledi. (Kaynak: Radikal Gazetesi) Karayolu kan gölüne dönerken AKP İlçe Başkanı Vehbi Aksay, “Sık sık bölgemize gelip sorunlarımızı dinleyen vekilimiz 2 aydır gelemiyordu. Biz de ilçe teşkilatı olarak vekilimizin ilçemizi ziyaretinden dolayı boğa alarak kendisine kurban ettik” demiş.

İnsan kimdir ki, ona bir canlının hayatı adanabilir. Allah’ın verdiği canı sadece Allah alabilir diyorsanız, siz nasıl bir canlının canını alabilirsiniz? Bu ne köhnemiş bir olaydır, ne kadar vahşi ve ilkel? Canlıların yaşama hakkına hiç mi saygınız yok? Sonra gidip evlerinizde nasıl çocuklarınıza dokunabiliyor, sevebiliyorsunuz? Kanlı ellerinizle mi seviyorsunuz çocuklarınızı?

Bu arada dinin toplumsal hayata egemen olduğu, et yemenin hiç sorgulanmadığı, en demokrat, ilerici, merhametli bildiğimiz insanların bile et yenilmesini veya kurban kesilmesini mazur göstermek binbir türlü neden üretmeye çalıştığı bir ülkede, bu katliamları haber yapma ve tepki verme cesaretini gösteren Radikal Gazetesi’ni de kutluyorum.


7 Şubat 2009

SHMİNİSTİM NEDİR? TÜRKİYE VE İSRAİL BİRBİRİNE NE KADAR BENZER?



“İYİ NİYETLİ BİR MİLLİYETÇİLİKTEN SÖZ ETMEK, İÇİNİZDEKİ FAŞİSTİN MEŞRULAŞMASI İÇİN ZEMİN HAZIRLAMAKTIR”


Raz Bar-David Varon (18): Bu toplumda bir sorumluluğum var. Sorumluluğum reddetmektir.
Tamar Katz (19): Başka toprakları işgal eden, ırkçı bir rejimi daimileştiren, bir tiranlık kurarak milyonları zor koşullar altında yaşatan işgalci bir ordunun parçası olmak istemiyorum.
Yuval Ophir Auron (19): Hiç kimse beni kılıçla yaşamak bizim kaderimizdir sözüne inandıramaz. Savaşın dışında bir başka yol var.
Omer Goldman (19): Ülkem adına işlenen savaş suçlarının parçası olmayı reddediyorum.
Mia Tamarin (19): Daima şiddetin dışında bir yol vardır ve ben de bunu seçiyorum.
Sahar Vardi (18): Filistinli sivillere yönelik zalimce uygulamadan askerler sorumlu.
Udi Nir (19): En temel değerlerimle çelişen işgal için ellerimi ödünç vermeyeceğim.

İsrail’in Filistin’e yönelik operasyonu tüm dünyada büyük tepki topladı. Bu tepkinin en aşırı noktalara vardığı ülkelerden biri de Türkiye oldu. Sinirli Başbakanımız Davos’ta esti gürledi, bir anda tüm Arap dünyasının kahramanı oluverdi. Yurtiçinde de büyük bir seçim yatırımı yaptı kendine ve partisine. Bunun bir seçim yatırımı olduğu yüzünden onu eleştirenler, “İsrailli pilotlar Konya’da eğitildi” diyenler, her zamanki olduğu gibi yine olaya tek taraflı baktılar. İsrail ordusunun bu dünyada ABD ordusuyla birlikte en önemli müttefikinin kim olduğunu unuttular, görmezden geldiler, eleştirilerini yine tek taraflı tutmayı tercih ettiler.

Ülke içinde tepkiler ise Türkiye’de hani “bizde hiç yoktur” denilen ırkçılığın ne boyutlara vardığını gösterdi. Özellikle spor müsabakaları ve tribünler bu ırkçılığın iyice su yüzüne çıktığı alanlar oldu. Önce, ırkçı saldırganlar, İsrail’i protesto bahanesiyle Ankara’da Türk Telekom’un bir İsrail takımıyla oynadığı maçı bastılar. ‘Müslüman polis Yahudi’yi koruma’ diye bağırdılar. Sivasspor-Galatasaray maçında İsrailli Balili’ye karşı ırkçı tezahüratlar yapıldı sonra. Radikal yazarı İbrahim Altınsay geçen haftaki bir yazısında “Tribünler toplumun bir aynası. Hem de insanların anında topluluk dayanışması içine girip duygularını koyuverdikleri ateşli bir ayna... Toplumda ne varsa burada yeniden ve tribün dinamikleriyle şekillendirilerek yeniden üretiliyor” diyordu. Toplumun tüm dinamikleri İsrail’in vahşet uyguladığı bu süreçte tribünlere birer birer yansıdı.
Irkçılığın sadece zencilere karşı yapılan birşey olduğu sanan bu ülkede, Saracoğlu’ndaki İsviçre maçında yaşanan korkunç olaylar durup dururken yaşanmadı.

Tüm bunlar olurken hem Türkiye hem İsrail’de vicdani retçiler aynı kaderi paylaşmaya devam ediyor. Yukarıda resmi ve tek cümlelik açıklamaları bulunan 7 İsrailli genç, vicdani ret yaptıkları için cezaevindeler. Aynı Türkiye’de askere gitmeyi reddeden birçok genç gibi. Sıkı iki müttefik İsrail ve Türkiye birbirine ne kadar benzediğini bu alanda da gösteriyorlar, acı bir rekabet içindeler, özgürlüğü, demokrasiyi savunan, savaş karşıtı vatandaşlarına açı çektirmede.

Filistin'in işgaline karşı çıkarak İsrail ordusunda görev almayı reddeden shiministim adlı 17-19 yaşlarındaki vicdani retçiler aylardır cezaevlerinde tutuklu 7 üniversite öğrencisi, İsrail ordusunun Filistin'i işgalinde görev almayı reddettikleri için tutuklular. Bu gençler için www.december 18th.org adresli bir web sitesi açılarak İsrail Savunma Bakanlığı'na verilmek üzere imza kampanyası da başlatıldı.

İsrail’de savaşa karşı çıkan Yahudi muhalifler var. Başbakan da bu aydınlara değinmişti meşhur Davos şovunda. Ama kendi ülkesinde 301’lerle mahkeme kapılarında süründürülen aydınları olan bir Başbakan’ın bunu demesini belki Arap ülkelerindekiler, Hamas ciddiye alır, ama biz sadece güleriz. İsrail'de hükümete, savaşa karşı çıkanlara aferin çeken ulusalcıların, milliyetçilerin, İslamcıların da iki yüzlülüğünü de bildiğimiz için onların bırakın gülmek, yüzlerine bakmak bile istemeyiz.